30 Kasım 2009

Kim kırdı lan bu çocuğun kalbini?!

Her gün Allahıma beni kız olarak yaratmadığı için dua ederim, bunun da başlıca iki sebebi vardır; birincisi tabii ki regl meselesi, ikincisi de kızlardaki ulaşılamayan adamlara saçma sapan şekilde platonik aşık olma durumu... Eğer kız olarak doğsaydım ve gene bu müzik kafasını taşısaydım - ki eminim taşırdım - aşık olacağım adamlardan biri de kesin bu herif olurdu. İşte dünyanın son zamanlarda gördüğü en cool ve başarılı müzisyeninin, kendinden uzun zamandır beklenen stüdyo albümüne sonunda kavuştuk; "Battle Studies by John Mayer"















Önce albümün taşıdığın manevi değere değinmem gerek. John Mayer (yazının bundan sonrasında kendisi JM olarak anılacaktır.) kendi sitesinde ve blogunda; bunun bir kalp kırıklığı albümü olduğunu ve kalbini tamir etmek için geçen sürede neler yaşadığını müzikle anlatmaya çalıştığından bahsediyor. Zaten şarkı isimlerine bakıldığında da durum çok açık ve net olarak belli; Heartbreak Warfare, Perfectly Lonely, War of My Life, All We Ever Do is Say Goodbye...

İnternette dolaşan dedikodulara göre ise; albümün tohumlarının JM'nin Jennifer Aniston ablamızdan ayrıldıktan sonra geçirdiği buhran dönemlerinde atıldığını ve albümün bir yerde Jennifer yengeye selam-saygı niteliğinde olduğuna değinilmiş. Şimdi kendimi Jennifer Aniston'un yerine koyuyorum ve diyorum ki; ayrıldığım sevgilim böyle bir albüm yapsa; ya bütün albümleri satın alırdım ve büyük ihtimal albümü her dinleyişimde şakır şakır ağlardım ya da o şarkıları duymamak için direk intihar ederdim. Öyle bir albüm yani...

Albüm yukarıdan bakıldığında bir olgunluk çalışması gibi tınlıyor. Continuum ile müzikal duruşunu sağlamlaştıran JM, kendi tarzından daha uzaklara açılarak biraz Tom Petty, biraz John Mayall and The Bluesbreakers, biraz da Eric Clapton tadına yakın oturmuş. Zaten albümde de bir Cream/ Clapton coverı olan "Crossroads" tesadüf değil bence. Özellikle gitar sololarında Mr.Slow Hand hissiyatını çok yoğun olarak hissedebiliyorsunuz. Gerçi bu benim çok sevdiğim bir özellik olmasa da sonuçta bir tercih ve saygı duymak gerekiyor. JM'nin kendine has, çok beğendiğim bir çalım tarzı var ve bunu şarkılara yansıtması benim çok daha hoşuma gidiyor ama dediğim gibi bu bir tercih meselesi ve adam boru değil, JM.

Şarkılara da şöyle bir göz atarsak; Heartbreak Warfare inanılmaz bir açılış şarkısı; o delayli riff ve davul beati ile direk insanı esir alıyor. All We Ever Do is Say Goodbye'daki klavye riffinden sonra gelen "Why you wanna break my heart again, Why am I gonna let you try" sözleri ile zaten şarkıyı özetlemiş. Gitar solosunda da; JM'nin uzun zamandır çalıştığı, David Gilmour eradan gelme Robbie McIntosh abimiz gene slide gitarı konuşturmuş. İnsanın içi kabarıyor yeminlen. Half of My Heart ve Perfectly Lonely olgunluk sinyalleri olarak algılanabilir, countrye göz kırpan ama poptan kopmayan şarkılar olarak albümdeki yerlerini almışlar. JM'nin bir albümde olmazsa olmazı akustik song olayı da Who Says ile doyurulmuş.

Bence albümün büyük hiti Assassin; girişteki vibrafon vari japon tınıları ile başlayan şarkı, nakarata gelene kadar sanki etrafta dolaşan geyşalara bakma hissiyatı veriyor. Nakaratta şarkının yükselmesi ile birlikte suikastçi ninjalar odaya dalmış da dinleyicide samuray edasıyla kaleyi koruma duygusu uyandırıyor. Crossroads coverı da uzun zamandır JM'nin konserlerde ve bazı televizyon şovlarında Eric Clapton ile birlikte çaldığı bir şarkı olduğu için albümde olmasını çok yadırgamadım ama güzel de olmuş.

Albümün bundan sonrası ayak kaydıran cinsten devam ediyor. War of My Life'da her ne kadar hayatlerlerden, yaratıklardan bahsetse de belli ki kendisinin bundan sonra karşılacağı zorluklara karşı duruşunu belirtmek için yazılmış. O zorlukların başında da heralde; LA Starbuckstan decaf-latte alırken Jennifer Aniston'ı yeni erkek arkadaşıyla öpüşürken görmek gibi şeyler geliyor. Edge of Desire bildiğin ayrılık şarkısı;

"Don't say a word, just come over and lie here with me

'Cause I'm just about to set fire to everything I see
I want you so bad I'll go back on the things I believe
There I just said it, I'm scared you'll forget about me"

Birazdan gördüğüm herşeyi yakıp yıkıp gidicem diyor, soloda da yakıp yıkıyor zaten. Ne diyelim adam sözünün eri. Son cümleye de dikkat lütfen... Do You Know Me gene konsept içi bir şarkı, kendisinde klasik gitara alışık değiliz ama arkadaş tutturmuş gene. Friends, Lovers or Nothing tam bir albüm kapanış şarkısı, uzadıkça uzuyor ve albüm huzurla bitiyor.

Her ne kadar albüm farklı bir konseptte olsa da, Continuum'dan izler taşıyor bence. Who Says ve Stop This Train, Assassin ve Belief, All We Ever Do is Say Goodbye ve Dreaming With a Broken Heart, Edge of Desire ve Slow Dancing In a Burning Room birbirine yakın şarkılar. Ama işin güzel yanı da bu zaten; yeni bir şeyler oluştururken geride kalanlardan izler taşımak, eski yaşanmışlıklara göz kırpmak.



















Ben albümü önce FLAC (Free Lossless Audio Codec) formatında daha sonra cd kalitesinde dinledim. İlk kulağıma çarpan, neredeyse her şarkıda farklı davul tonları yazılmasıydı. Şarkının ait olduğu türün sounduna uygun tonları oturtmak için çabalamışlar anlaşılan. JM tarzına farklı gelen ikinci bir durum ise gitarlardaki delay zamanları ve riffler. Normalde reverb+delay mix kullanan baba, bu albümde biraz daha uzun feedbackli delaylere geçmiş, şikayetçi miyiz, hiç değiliz. Akustik fillerin eksik olmadığı şarkılarda her zamanki gibi gitarlar çok ön planda değil, synth ve keys ile ağırlıklar dengelenmiş. Bu çalışma, benim gözümde müzikal olarak dersler çıkarılabilecek bir albüm niteliği taşımakta, ilgililere duyurulur.

Son söz olarak; bu albüm kesinlikle John Mayer'a başlama albümü değil. Hiç John Mayer dinlememiş biri önce Room for Squares ile başlayıp sonra Heavier Things, Continuum ve sonra Battle Studies dinlemeli. Adam nerelerden nerelere gelmiş, nelere dur demiş, nelere devam etmiş bunu bilmek lazım. Ama Battle Studies, son zamanlarda dinlediğim en doyurucu ve kompakt albüm olmuş. Yalnız bu adamın kalbini kim kırmışsa lütfen bir daha olmasın, bizim de canımız yanıyor sonra...

Kilit Şarkılar:

Heartbreak Warfare: Mükemmel bir giriş şarkısı, albümün rengi direk belli oluyor. Orkestrasyon girişi, mid tempo davulu, boğuk vokali, insanın kalbi başka nasıl kırılır ki...
All We Ever Do is Say Goodbye: Akustik girip bir anda açılan ve insanı da yaran bir nakarata ulaşan şarkı. Çok dinlemeyin, canınız sıkılır.
Assassin: Nakaratta sizi üzenlere tekme tokat girme hissi uyandıran, bence albümün gizli hiti. Arka arkaya onlarca dinlenebilir, birini dövmezseniz tabii.
War of My Life: Country sıcaklığı ile başlayıp, sizi sarıp sarmalayan, kucaklayan şarkı. Hani çok üzülürsünüz de zamanla kendinizi daha iyi hissedeceğinizi bilirsiniz ya, işte onun gibi bir şey...
Edge of Desire: Girişteki davul atağı şarkının rengini belli etse de asıl gitar riffi durumun vahimliğini anlatmakta. Solodan önceki hazırlık aşaması, solonun nasıl tokat gibi çarpacağını da anlatıyor ama anlayana...

Hadi bu da bayram kıyağım; albümü buradan dinleyebilirsiniz.

6 Kasım 2009

Üçün Biri

Uzun bir süredir buraya bir şeyler yazmadığım için artık tepki toplamaya başladım. "Sen o blogu karı-kız için mi açtın arkadaşım, adam gibi güncellesene ne bu kafana göre at koşturuyorsun!" gibi yorumlar da almadım sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ama geçerli sebeplerim var, valla... Kaç zaman sonra müzikal maceralara atıldığımdan dolayı; 2-3 haftadır yoğun bir hayat temposu içinde kavrulduğum ve bunun üstüne bir de domuz gribini teğet geçtiğim için kaç gündür kendi kendime bu akşam bir şeyler yazacağıma söz vermiştim. Sözümü de tutuyorum;

Her istediğimize sahip olabilseydik çok mu mutlu olurduk acaba? Madden ve manen ulaşmak istediğimiz şeyleri kısa sürede elde edebilsek, Heidi gibi sepetle kırlarda koşar, beyaz triko kazakla çimlerde yuvarlanır mıydık? Hiç sanmıyorum ya. İnsan doyumsuzdur, hep daha fazlasını ister ama daha da fazlası olmadığı zaman neyi isteyeceğini düşünmez ki. Nedir bir sonraki aşama? Peygamberlik?

Kime sorsanız hayatında hep bir şeylerin eksik olduğunu ya da yanlış gittiğini anlatır. Ya işinden memnun değildir, ya sevgilisi yoktur/ vardır ama sorunları çoktur ya da evde işler iyi gitmiyordur. Ama ağır aksak giden ve yakınılan bir konu hep vardır. Sonra da o klasik ve fiks cümle gelir: "Allahım ben bunları haketmek için ne yaptım?!" Sen önce bir kendine sor bakalım, peki sen bunları haketmemek için ne yaptın? Herşey isteyince oluyor mu? Diyelim oldu; sen elindekilerle mutlu olmak yerine gene böyle yakınmaz mıydın? Şu anda da yaptığın bu değil mi zaten? Elindekilerle mutlu olmak varken elde edemediğin şeyler yüzünden yakınmak. Kusura bakma ama sen hiçbir şeyi haketmiyorsun be anam...

Maalesef hepimiz şu anki yaşımıza kadar belirli sıkıntılar çektik; canımızdan sevdiğimiz yakınlarımızı kaybettik, can dostlarımızdan uzaklaştık, sevdiklerimizden ayrıldık, ekonomik zorluklar yaşadık, çeşitli fiziki sakatlıklara maruz kaldık. Bu olaylar herkesi kendi acı eşiğine göre farklı yaraladı ya da hala yaralamaya devam ediyor. Aklımız boş kaldığında hep o köşede kalmış acıları, üzüntüleri düşündük ve kendimize; bazen içten içe bazen de alenen sorduk, bunlar neden bizim başımıza geliyor? Biz bunları haketmek için ne yaptık? Belki de yanıldığımız kısım burada işte. Madem biz bunları haketmek için hiçbir şey yapmadık o zaman tüm bu olanların sebebi ne?

Bana kalırsa bunların sebebi, hayattan çok fazla şey istememiz ve istediklerimiz olmayınca da sanki bunları haketmişiz ancak buna rağmen o şey yine de olmamış gibi hayal kırıklığına uğramamazdır. Bazı şeyler gerçekten bizim elimizde olmuyor ve bunlara da fazla kafa yormamak gerekiyor. Çünkü düşününce işin içinden çıkılacak şeyler var, çıkılmayacak şeyler var. Bence bu söylediklerim ikinci kategoriye giriyor. Bazı denklemler birden çok bilinmeyenli olunca, elinizdeki x=8 tanımı sizin "en azından x'in kaç olduğunu düşünmeme gerek kalmadı." diye rahatlamanıza yarar ve bunun adı da pollyanacılık değildir emin olun. Buna sahip olduklarınız için şükretmek denir.

Sahip olduklarınız, elinizde tuttuklarınız için şükredin, fazlasını isterken de önce haketmek için çaba gösterin, olmayınca da kendiniz başta olmak üzere hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi suçlamayın, istediğiniz olmadığı için yakınmayın; demek daha zamanı gelmemiştir belki de hiç gelmeyecektir ama bunu kafanıza takmadan istedikleriniz uğrunda durmadan çabalayın.

Yoksa o olsun, bu olsun diye otu boku isterken üçün birini alır oturursunuz aşağı, benden söylemesi...

18 Ekim 2009

Denyoluk Parayla Mı?

Uzun zamandır "yazıyim mi, yazarsam çok tepki alır mı acaba?" diye düşündüğüm bir konu bu aslında. Sonra kendi kendime dedim ki; "Kim ne tepki verirse versin ya, bu benim blogum, benim fikirlerim, beni tanıyan insanlar zaten benim bu konuda ne şekilde düşündüğümü biliyorlar, beni tanımayanlar da nasıl düşündüğümü bilsinler artık!" Öyleyse başlıyorum ama biraz sert giricem baştan söyliyim ona göre gardını alsın herkes;

Denyo kızlardan bıktım! İyice asabımı bozmaya başladınız artık, bu ne ya?!

Ben bu konu hakkında çok gözlem yaptım, düşündüm, kafa yordum, insanlarla konuştum, yeri geldi tartıştık; hem kendi aramızda hem de kendi kız arkadaşlarımızla, onlar da çoğu zaman bana hak verdiler ama onların bile maalesef öyle denyo arkadaşları var ki, bazen çenemi kapalı tutamıyor, kusuyordum asabiyetimi... Olayı biraz açıyim de şöyle rahat rahat, yedire yedire anlatıyim konuyu, sıralıyim örnekleri...

Hepimiz kendi kafamızda kurduğumuz, mutlu olacağımız bir hayatı yaşıyoruz, en azından yaşamak istiyoruz. Ama bazı kız arkadaşlarımız öyle çabaların içine giriyorlar ki anlam vermekte gerçekten zorlanıyorum. Bana sanki; aslında istedikleri bu değilmiş de başka biri istiyor diye öyle davranıyorlar ve bu yüzden böyle bir tutum içerisinde hareket ediyorlarmış gibi geliyor. Birazdan anlatacağım şeylerin hepsini hem bizzat yaşadım, hem kendi gözlerimle gördüm hem de etrafımdaki bir çok arkadaşımdan duydum. O yüzden lütfen bana gelip de "olmaz öyle şey!" demeyin, sert yaparım.

Bir bar ortamı düşünelim. Bir kız size bakıyor, gülümsüyor; güzel. İlk başta acaba kız herkese mi aynı davranıyor yoksa size özel bir durum mu var diye emin olamıyorsunuz. Sonra kızın durumunun size özel olduğunu anlıyorsunuz. Bakışlar, hareketler, böyle bi çocukça şımarmalar, saçla oynamalar, içkiyi size bakıp içmeler, komple sinyal pakedi gönderiyor. Harekete geçme zamanı diyorsunuz ve kendinize çekidüzen verip kızın yanına yola koyuluyorsunuz.

Tabii yolda nasıl bir girizgahla başlayacağınıza karar verdiniz ki zaten bunu kızla kesişirken de "Nasıl bir şey söyliyim ki fark yaratıyim? Diğer erkeklerden nasıl farklı olayim?" şeklinde binlerce kere düşündünüz. Selam faslından sonra seçtiğiniz cümleyi kızımıza sarfettiniz. Aaaaa o da nesi? Demin o sinyal gönderen kız gitmiş, yerine bir ladin gelmiş. Şiddetli bir tersleme ile karşılaşıyorsunuz. "Ne diyosun be manyak?" , "Aaa sapık mıdır nedir, ne geldin ki yanıma?" gibilerinden bir tutumla yüz yüze geliyorsunuz. Ya da hiç konuşmuyor, direk arkasını dönüyor. Etraftaki herkes size bakıyor zaten. Sıçtınız sıvadınız, hele bi de kendinize güveniniz yoksa o akşam ortamdaki başka kıza hiç bakamazsınız. Belki de uzun bir süre hiç bir kızla konuşamazsınız...

Peki bakıştığınız o tatlı kız neden öyle bir tribe girdi? Hemen söyliyim; çünkü o kızın egosu doydu da ondan. Siz o anda o kızın egosunu doyurmakla görevli bir memurdunuz. Sizin memuriyetiniz bittiği an da; sizin kızın yanına gidip konuşmaya başladığınız andır. O andan itibaren zaten kim olsa kız geri gönderecektir. Çünkü onlara öyle öğütlenmiştir. "Kızım bak millete mavi boncuk dağıt ama yanına geldikleri zamanda elinin tersiyle gönder, hiç muhatap olma, değerin artar, kıymete binersin." Böyle bir şey var mı ya? Yapmayın güzel bayanlar, yapmayın prensesler, bunu bize yapmayın. Madem öyle yapacaktınız neden çocuğa ümit veriyorsunuz? Siz eve gittiğiniz zaman "oooh bugün de 4 çocukla kesiştim, ikisi yanıma geldi bi güzel sktirettim, kahretsin çok güzelim, şukelayım" diyip mi yatağa giriyorsunuz? Böyle davranınca daha mı mutlu oluyorsunuz? Herkes değersiz bir siz mi çok değerlisiniz şu fani dünyada? Yazık...

Tamam çocuğu beğenirsin beğenmezsin ona kimse bir şey diyemez ama önce ona bu cesaretli davranışından dolayı bir şans vermen gerekmez mi? Doğru düzgün davrandığı sürece, bakın altını çiziyorum doğru-düzgün yani öküz gibi davranmadığı sürece, 3-5 dakika konuş, bir tart bakalım neymiş, kimin nesiymiş ondan sonra beğenmezsen kibar bir şekilde oradan ayrıl. Eğer baktınız çocuk sizin kibarlığınızdan anlamıyorsa, peşinizi bırakmıyorsa zaten atış serbest, tekme tokat dal, giriş, indir, finish him!!! Bunu yapmak bu kadar zor mu lütfen ya?! Altı üstü 5 dakika konuşucaksınız, her yanınıza gelen çocuk size dilli dudaklı yapışıp, sizi hemen yatağa mı atmak mı istiyor sanıyorsunuz? Bu kafadan sıyrılın artık.

Bir de şöyle düşünün; eğer siz erkek olsaydınız ve bunlar sizin başınıza gelseydi nasıl hissederdiniz? Ya da boş verin erkek olmayı, siz bir erkekten çok hoşlandınız ve yanına gidip tanışmak, konuşmak istediniz -ki bu ülkede bunu yapacak kız sayısı çok yoktur - ve siz aynı şekilde reddedilseniz, o yıkım ile bitkisel hayata geçmez misiniz? Peki ben sizi öbür gün balkondaki saksıya bitki diye ekmez miyim? Ekerim. E o zaman kendinize yapılmasından hoşlanmayacağınız şeyleri başkasına da yapmayın. Bir davranışa girerken "acaba bana yapılsa nasıl hissederim?" mantığıyla ilerleyin. Bana burada lütfen kampanyası başlattırmayın. LÜTFEN!

İşin tabii bir de kadın yönü var. Bunu da göz ardı etmek olmaz. Türkiye'nin sosyolojik yapısı, genç kızlarımızın toplumdaki yeri, aile yapısı ve baskısı, ahlak anlayışı, gelenek görenekler, örf adetler vs. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, aile baskısı artık eskisi gibi değil. Herkes istediği şeyi daha rahat şekilde yaşayabiliyor. Bunu kimse inkar edemez. Önemli olan burada, bir şeyi yapmadığınız, denemediğiniz zaman pişman olmamak. Bu kadar kasınca elinize hiçbir şey geçmeyecek bunu bilmeniz lazım. Rahat olun, kendiniz olun, yapmak, yaşamak istediğiniz şeyler uğrunda çabalayın. Kendiniz olun. Tarkan bile kaç senesinde şarkı yapmış; "başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" diye, el insaf yani...

Unutmayın ki bu ülkede erkek olmak, kadın olmak kadar olmasa da bazı zorlukları barındırıyor. "Seçen" değil de "Seçilen" olmak çoğu zaman karşılaştığımız ve sıkıntı yaşadığımız bir konu. O yüzden bu konuda daha duyarlı olmak gerek. Herşeyin ötesinde sosyallik her zaman güzel bir şeydir. Yeni insanlar, yeni fikirler, yeni düşünceler... Bunlara açık olmak gerekir. Yukarıda bahsettiğim gibi; size doğru düzgün ve saygılı şekilde yaklaşan insanlara fırsat verin kendilerini göstersinler, niyetlerini öğrenmeye çalışın. Bir kalemde kestirip atmayın, onlara hayatlarının geri kalan zamanlarında unutamayacakları, atlatamayacakları şeyler yaşatmayın. Aynısı sizin başınıza gelirse bir de sizin ne yapacağınızı düşünün.

Denyo olmayın kızlar! Denyoluk yapmayın. Denyoluk parayla değil, kafayla...

13 Ekim 2009

Unutmak Güzeldir...

Garden State filminin soundtrack albümünde Colin Hay'in "I'll just don't think I'll get over you" diye bir şarkısı vardır. Şarkının nakaratında şöyle der;

Mutsuz olduğumu düşünmeni istemiyorum,
hangisi gerçeğe daha yakın,
eğer 102 yaşıma kadar yaşarsam,
seni unutabileceğimi pek sanmıyorum.

I don't want you thinking I'm unhappy.
What is closer to the truth,
That if I lived till I was 102,
I just don't think I'll ever get over you...

Herkesin hayatında unuttuğu, unutmaya çalıştığı daha da önemlisi unutamadığı birileri olmuştur. İlişki süresi ile unutma zamanı arasında hiç bir zaman ters ya da doğru bir orantı kurulamaz. Bu tamamen kişiden kişiye değişen amfibik bir formüldür. Bazıları 2 senelik bir ilişkinin ardından 1 ayda toparlar iken kimisi 2 aylık bir macerayı 2 yılda atlatamaz. Bu zaman aralığı doğrudan insanın duygusal zekasına ve yaşanılan ilişkinin yoğunluğuna göre değişiklik gösterir.

Peki unutmak bir meziyet midir acaba? Ya da daha temelden girelim; nedir unutmak? Onu gördüğünde içinde hiçbir şeyin kıpırdamaması mıdır yoksa o insanla karşılaştığında kafanı çevirip onu görmezden mi gelmektir? O insanla ilgili bir haber aldığında, erkek/ kız arkadaşı olduğunu öğrendiğinde, kendinle kıyaslamamak mıdır? Nişanlandığını ya da evlendiğini duyduğunda onun için mutlu olmak mıdır?

Bana kalırsa önemli olan o insanı gördüğünüzde ya da düşündüğünüzde kendi kendinize iç geçirip "vay ulan ne güzel günlerimiz geçmişti be, neyse şu kokoreci soğutmadan yiyim, du bi de sandviç midye söyliyim doymadı karnım" diyebilmektir. Yani unutmak; geçmişi geride bırakıp, gerekli dersleri alıp kafa rahat bir şekilde ileriye bakabilmek, daha önce yapılan yanlışları yapmadan başka denizlere doğru yelkenleri açabilmektir bence.

Kimse kimseyi unutamaz zaten. Unuttum diyorsa da sıkıyordur büyük ihtimal. Öyle bir kalemde kimseyi silip atamazsınız. Bir zaman bir yerlerde o insanla elbet karşılaşılır. O, her zaman aklınızın ama küçük ama büyük bir köşesinde vardır. Beraber yemek yediğiniz büfede yan masanızda oturur, en sevdiğiniz parkın en sevdiğiniz bankında yanınızda oturmuş size bakıyordur, yattığınız yatağın diğer ucunda, kolunuzun altında bebek gibi horluyordur. Bundan kurtulmak sadece ve sadece sizin elinizdedir. O anları, sadece o güzel anları şöyle bir hatırlayıp hayatınıza kaldığınız yerden devam etmek ona; daha önemlisi kendinize yapacağınız en büyük iyiliktir.

4 Ekim 2009

Bu Ateşkesle Savaş Bitmez!

Başarılı debut albüm çıkarmış olan bir grubun önündeki en büyük sınav; çıkaracakları 2. albümdür. Bunun sebebi; o grubun akibetini ancak ve ancak 2. albümün başarısı belirleyecektir. İşte bu konuda şova gitmiş bir gruptan bahsediyoruz şu anda. İnanılmaz bir ilk albümden sonra beklentileri boşa çıkarmayan yıkım 2. albümüyle Mute Math karşınızda!














Bende yalan yok, 2009'un en beklenti ile tırnak kemirdiğim albümüydü Armistice. Hatta ben askerdeyken adamlar "bekleyenlerimizi fazla üzmeyelim" gibisinden bir EP patlattılar ki o EP dinlendiğinde bile "geliyoor geliiyooor" diye lorke çekilebilecek bir durum oluşmuştu bende. Allahtan askerde lorke çekmek yasak. Yaz sonuna doğru da asıl bombayı patlatıp her yeri yıkıp geçtiler.

İlk albümü dinlediğimde "bir grup nasıl böyle müzik anlayışına sahip olabilir"? diye kendimi paralamıştım resmen. Bu benim için hem çok kaliteli, hem sıkmayacak kadar eğlenceli ve bir o kadar da dinlenebilir bir müzikti. Kabul ediyorum beni etkileyen en büyük faktörlerden biri de sound ve şarkı düzeni olarak The Police tadını gani gani almamdı. Ama adamlar bununla yetinmemişler ve bunun üzerine bayağı bir şey koyup çıkarmışlardı o albümü. O albüm uzun süre mp3 playerımda döndü. Ve işte şimdi bu sefer de yeni albümleri musallat oldu o alete.

Öncekine nazaran daha "groovy" bir sounda sahip Armistice. Ciddi şekilde Drum&Bass tadında şarkılar var. Babalar arkada lokum gibi takılıyor, üstüne gene nakış gibi gitarlar örtmüşler. Önde de Paul Meany baba vokaliyle ve tuşlarıyla gene bizi kendine hayran bırakıyor. Bu sefer bol bol da yaylılara asılmışlar. Çok da güzel olmuş bence.

Albümü tek kelimeyle özetle derseniz kalbinizi kırarım. Ama bi biskrem verseniz şöyle derim; "Otogaz". otomatik olarak direk alıyosunuz gazı yani. Yolda dinlersen koşmaya başlarsın, arabada dinlersen çok pis yanlarsın, sevişirken dinlersen erken boşalırsın. Gerçekten öyle bir albüm işte bu. Benim için 2009'un açık ara olmasa bile (kapı gibi Killers albümünü bir kalemde silmek olmaz ama şimdi) kafa farkıyla en iyi albümüdür.



















Eğer Mute Math bilmiyorsanız size şiddetli tavsiyem kesinlikle bu albümü dinleyerek başlamayın. Adamların diskografik sırasını takip edin ve adamların nereden nereye geldiklerini Saadettin Teksoy ibretiyle görün. Hadi kıyak yapıp aşağıya kronolojiyi de veriyorum;

* Reset EP - 2004
* Mute Math - 2006
* Spotlight EP - 2009
* Armistice - 2009

Mute Math ateşkes ilan etmiş ama bence bu albümle ancak yangını körüklerler. Böyle kaliteli işler yapmaya devam ederlerse, müzik cephesinde ciddi savaşlar çıkar. Benden söylemesi...

Kilit şarkılar:

Spotlight: Aynı adlı EP'si olan, tekme tokat giren şarkı. Araba kullanırken dinlemeyin. LÜTFEN!
Goodbye: Telefonumun melodisi şu anda kendisi. Tahttan indirdiği de "Beat It" idi. Başka da bir şey söylemiyorum.
Armistice: Kimse bir daha öyle bas yazmasın artık rica edicem.
Burden: Şarkı 2 bölümden oluşuyor. Önce sizi aslansın, kaplansın diye gazlayıp, sonra şarkının yükünü sırtınıza 2. yarıda koyuyor. O yük de eşek semeri gibi ağır.
Clockwork: Yıkılan gitarlar, saat gibi davullar, kütür kütür baslar. Bir şarkıda ne istiyorsanız hepsi var bunda.


25 Eylül 2009

Bir Kuple Şiir Sevinci

Yayınlıycam diye söz vermiştim, ahan da buyrun;

Alnım ak yüreğim ferah
Kılı kırk yardım olmam fellah
Izdıraba teslim olmaz bu yüreğim
Nice yıllar iflah olmam billah

Adam olacak insan ben miydim
Kitaba saygı duyan sen miydin
Işıl ışıl bakan bu gözlerim
Neden soldu şimdi ey güzel


Beygiroğlan sana sevgim sonsuz...



21 Eylül 2009

Bu ısrar niye, NEDEN BU ÇABA MÜUZ?

İşte size Chinese Democracy'den sonra son zamanların en çok tartışılacak albümü; Muse - The Resistance! Lütfen önce şurayı okuyunuz;
http://www.pasifagresif.com/2009/09/muse-the-resistance/

Şimdi önce bu albümle ilgili son birkaç gündür yaşadığım olayları anlatmak istiyorum; hakkımda müzikten anlamadığıma dair dedikodular dönmüş hatta ve hatta buna ithafen adıma "hiçbirşeyibeğenmeyenadam.blogspot.com" şeklinde bir blog bile açılmak istenmiş. Bu beni "tedmosbyisajerk.com" dan daha fazla yaralayabilirdi. Neyse ki araya şeker bayramı girdi ve ben şeker gibi bir insanım, o arkadaşları da uzun zamandır tanıdığım için tatlı dille bir şekilde çözüm yoluna gittik (en azından ben öyle umuyorum).

Albümü bana öyle bir gazladılar ki; herhalde müziği topluca bırakıcaz da hep beraber heykele, çanağa çömleğe giricez dedim (Bizim arka bahçedeki toprak da killi, valla güzel yürürdüm oradan diye içimden keyifli keyifli gülmedim değil). Şimdi başladım dinlemeye bir yandan da bekliyorum bir şarkı gelsin de beni vursun. Şöyle bir baktım ki 5. şarkıya gelmişiz, albüm mır mır gidiyor. "Bu nasıl iş lan, AKP desteği ile mi çıktı bu albüm?" diye bir an düşündüm. Şakşakçı çok, vaat çok ama icraat yok. Neyse bitirdim albümü; 1 gün ara verdim bir kez daha dinlemek için. Bu arada başta Deniz Can arkadaşımla da konuşuyoruz; "Canım bu albümün 1 numara büyüğü yok mu, bu beni belden biraz sıktı da?" diye didikliyorum kardeşimi. D.C.K. da sürekli albüme bir şans daha vermemi, albüm dinledikçe belden çok fazla olmasa da bacaklardan esneyeceğini söyleyip durdu. "Seni mi kırıcam Deniz Can Karaca!" dedim ve bir kez daha dinledim. Sonuç gene aynı oldu benim için.























Sen çal Barış Abi'den enstrümanı sonra kaşırsın tabii o kafayı kerkenez!


Bence, albüm kötü değil kesinlikle ama bana o kadar da abartılacak bir albüm gibi gelmedi. Hatta ben Deniz Can'a birçok konuda katılıyorum. Albümde ortak dilde "catchy" bizim köyde "keçi" diye tabir ettiğimiz, ilk dinleyişte vuran ve alıp götüren şarkı yok benim için. Ha beğendiğim şarkıları da sayıyim ama; Resistance, Guiding Light, MK Ultra, I belong to you a.k.a. mon suvar bebişim. Senfonik olayları zaten sevmem, DT yaptı zamanında sevmedim, PoS da yaptı yediremediler, Muse öpse gene yemem. Ama ben Muse albümü dinlerken kendimi yerden yere vurmak isterim. Bana tekme tokat girsin isterim. Taksimde elin adamı çalsın daha doğrusu çalamasın da ben güliyim isterim. Bana zor anlar yaşatsın. Albümü dinleyince canım sıkılsın. Benim perim bu işi yapsın. Ben buna razıyım. Ben istemiyorum ki progresif ilerleme, müziksel ereksiyon, albümsel genişleme falan. Bugün yarın The Resistance: 2015 Then and Back Again diye albümle gelmesin bana ya...

Son söz; albüm keyifle dinlenir, ama bence epik bir albüm değil, yıkım albüm hiç değil ama böyle giderse bence Muse bu kafayla DT; The Falldown durumuna da gelebilir. Benden söylemesi...

PS: O iş konuşulur Deniz CAN! KONUŞULUR!

14 Eylül 2009

Eylül, ver bana ayarı!

Büyüleyici, uyumlu, dengesiz, duygusal, zarif, diplomatik, güçlü bir adalet duygusu, artistik yetenek, kararsız, yalnızlığı sevmez, iyi kalpli, arkadaş canlısı... Bunlar masamın üzerinde duran burç kupamın üzerinde yazan özellikler. Evet ben bir teraziyim ve yukarıda yazanlara baktığımda görüyorum ki; ben ağır bir teraziyim! Genelde eylül ayı başakların ayıdır ama benim umrumda değil, eylül ayı benim ayım, eylül mevsimi benim mevsimim, eylül hali benim ruh halim...

Eylülde bana hep bir haller olur. Güzün başlamasından dolayı mı, yoksa geçiş ayı olmasından mıdır bilinmez ama yazın o sıcaklığından kurtulup, çok hafif yağmurlu, bol rüzgarlı ama her daim güneşli geçmesini ümit ettiğim eylül ayına girdiğimde kendimi çok enteresan duygulara teslim ediyorum. Her eylül ayı sanki benim için yeni bir başlangıç ya da bir bitişi haber ediyor. Hayatıma şöyle bir dönüp baktığımda, eylül ayında yaşadıklarımı gözümün önüne getiriyorum ve böyle hissetmemde ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anlıyorum.

Aslında eylül 30 çekse de benim eylülüm 12 çeker. Benim için eylül ayı 14-25 arasıdır. Ben eylülümü bu günler arasında yaşamayı severim. Yağmur olmasın, olacaksa da ben dışarıda olmıyim, bol bol güneş olsun ama bir yandan da rüzgar hafif hafif essin, hiç terletmeden, sadece yüzümde o ılıklığı hissediyim, rüzgar sadece dudaklarımı kurutacak kadar essin...

Dedim ya; hep bir beklentiye giriyorum bu dönemde. Hep bir şeye başlayacak ya da birşeyleri bitirecekmiş gibi hissediyorum. Sanki birisiyle beraber olacakmış ya da ayrılacakmış olmanın vereceği tatlı bir melankoli sarıyor vücudumu. Saçma saçma şeylerden anlamlar çıkarmaya çalışıp, hep olanları birşeylere yormaya çaba gösteriyorum istemeden. Bünye bu işte, her yediği yaramıyor.

Bir de doğum günü vak'ası var tabi. Doğum günüm benim eylülün sonunda olduğu için beklentiler de bende had safhaya tırmanıyor tabii. Sanki bana doğum günümde bakanlık verecekler ya da dünyayı kurtaracakmışım gibi bir his uyanıyor. Gerçi herkes kendi doğum gününde bir şekilde beklentiye girer. Aramasını beklemediğin bir insanın seni aramasını istemen ya da uzun zamandır almak istediğin şeyin sana hediye olarak verilmesi gibi şeyler herkesin doğum gününde olmasını istediği ve beklediği okazyonlardır. Ben zaten bu dönemde gayet ayar bir durumda takıldığımdan dolayı bir de böyle normal beklentiler üst üste gelince, japon çizgi film kahramanı gibi oradan oraya atılmak istiyor bünye.

Ne salakça di mi...

11 Eylül 2009

Biz Ayrılamayız JoJo!


















Scarlet Johansson şu an kocasından ayrılıp "gel" desin, işi gücü bırakır, malı mülkü satar giderim, NET! Beraber albüm yapalım desin, yemin ediyorum o sesi stüdyoda bir kere duysam bana yeter, ağlamaktan gitarı elime alamam. Pete baba benden baskın çıkmış!


Tom Waits'e olan hayranlığından dayanamayıp 10 şarkılık cover bir albüm çıkaran Scarlett Johansson a.k.a JoJo ( beraber olsaydık açıkcası ben ona böyle hitap etmek isterdim) şimdi de indie-folk'un yetenekli müzisyeni Pete Yorn'un kanatları altında, adına ve piyasaya çıkma zamanına ( Eylül ayı sebebiyle - merak etmeyin bir sonraki yazımda oraya da gelicem - ) uygun bir albüm yapmışlar;

"The Break Up Album"

Albümü dinlediğinizde kesinlikle ilk dikkatinizi çeken şey; JoJo'nun o ılık sesinin size ayrılık öncesinde ve sonrasında nasıl hissettiğinizi birebir şekilde hatırlamanız olacaktır. Önce kendi kendine verilen "güçlü olucam, yıkılmıycam" sözleri sonra nasıl "arasam telefonu açar mı?, acaba şimdi napıyodur?" tedirginliğine düşüyorsa, aklınıza bu albüm gelsin artık. Şahsen ben bu albümü; JoJo'nun benden ayrıldığını ve ardından bu albümü çıkardığını hayal ederek dinliyorum. Tabi içimden de "vay şerefsiz Pete, kaptı ördeği!" diye geçiriyorum.


İşin duygusal kısmını bir yana bırakırsak; albüm oldukça sürükleyici bir sounda sahip. Ard arda sıkılmadan dinleyebileceğiniz, yormayan, sıkmayan bir konseptte. Güzel bir yol albümü bile olabilir tabi arabayı siz kullanmıyorsanız:-) Pete Yorn'un müzikalitesini rahatlıkla ayırd edebiliyorsunuz. Akustik gitarın gövdesini, banjonun iç gıcıklayıcı tellerini elinizle koymuş gibi bulabilirsiniz. Pete Yorn gerçekten yetenekli bir songwriter. Son yıllarda öne çıkmış american-folk kültürünün öncülerinden bile sayılabilir. Albümün orkestrasyonu da başarılı. Bütün enstrümanlar dolu dolu geliyor. Onca şeyin üstüne bir de JoJo'nun o iç burkan vokali gelince albüm resmen sakata bağlıyor.















Son söz olarak, istediğiniz şey eylül ayının hüznü ve kalp kıracak bir albüm ise, artık ikisine de sahipsiniz demektir. Yalnız şunu da söylemem gerekir ki; kendine güvenen dinlesin bu albümü, her bünye kaldıramayabilir.

Bir çift laf de JoJo'ma; biz ayrılamayız biliyorsun bunu di mi?

Kilit Şarkılar:

Wear and Tear:
The Shins tadında, Belle and Sebastian sıcaklığında bir şarkı.
I Don't Know What to Do:
Şarkı bir anda çok güzel açılıyor, JoJo'nun girdiği yer yıkım.
Blackie's Dead
: Ayrılığın ilk anındaki o hafiflik ile gelen koşma ve dans etme gazını alan parça.

Albümü buradan dinleyebilirsiniz.

8 Eylül 2009

Tut Elimi Akçay!





























Enteresan bir şekilde tanıştım Akçay'la. Hayatımda kendimi en yalnız hissettiğim zamanların birinde kucaklamıştı beni. Üstelik kendim için de gitmemiştim. Sadece bir tesadüftü tanışmamız. Kadere inanmak gerekirmiş demek.
Kışın; tuhaf bir şekilde Akçay'ın soğuğu insanın içini ısıtır. Montunuzu, berenizi, eldiveninizi kuşanırsınız sabah dışarı çıkarken. Ama o güneşi gördüğünüzde birden içiniz sıcacık bir hisle dolar. Sanki o kadar acıyı, sıkıntıyı çekmemiş gibi hissedersiniz bir anda. Sanki size birileri acımış ya da halinizden anlamış gibi davranıyordur. Öğleye doğru güneş iyice formuna girer. Üstünüzdekileri birer birer çıkarırsınız. Artık güneş dosttan ziyade kaprisli bir kızmış gibi terletir sizi. Akşamüstü gene dostluğunu gösterir. "Üşüme giy üstünü" dercesine soğutur havayı ve gene sarılırsınız o yünlü giysilerinize. Geceleri yürürken bomboş sokaklarda; kulağınızda en can yakan sözlere sahip şarkılarınız, elleriniz cebinizde hayatınızın geride kalan yıllarını sorgularken sürekli "bundan sonra ne olacak?" diye düşünürsünüz. Belki de ilk defa yalnızlık bu kadar hoşunuza gitmiştir.
Dedim ya kadere inanmak gerekirmiş diye. İnsanın başına aynı şey iki kere gelir de, hayat sizi aynı yere iki kere göndermez mi... Beni göndermişti işte. Aynı eski duygular, aynı eski yalnızlık hissi, aynı eski Akçay. Yine ben geldim gördün mü; eski dostun...
Akçay'ı hep kışın yaşamıştım, peki acaba en sevdiğim mevsimin en sevdiğim ayında nasıldı Akçay bunu çok merak ediyordum. Bu sefer kendi sebeplerim için gittim. Her zamankinden çok daha güzel geldi. Pırıl pırıl havada sahilde yürürken ellerinizi açıp parmaklarınızın arasından esen rüzgarı hissetmek, güneşin; geriye dönüp baktığınızda o zor günlerde nasıl bir dost gibi davrandığını hatırlamak, Eylül ayında yaprakların etrafta uçuştuğunu görmenin melankolisini hissetmeden sokaklarda yürümek şu aralar ihtiyacım olan şeymiş meğer.
Sen bana hep bir dost gibi davrandın Akçay, söz veriyorum seni hayatım boyunca seveceğim, sen yeter ki elimden tutmaya devam et...

19 Ağustos 2009

Öncebizler!

Herkes farkedemese de, hepimizin hayatta öncelikleri vardır. O öncelikler, bizi yer çekimi gibi kendine çeker, yörüngesi etrafında döndürürler. Kimimizin öncelikleri maddiyat üstünedir; para, kariyer, şan, şöhret... Kimimizinki ise maneviyat merkezli; karı-kız, herif-oğlan, evlilik, çoluk-çocuk, torun-tombalak... Bir hırsla sarılırız eyerlere, bazen ne yaptığımızı bilmeden, bazen de ne yaptığımızın farkındalığında çabalarız isteklerimiz, arzularımız için. Bazen önceliklerimiz uğruna kırarız insanları ya da karşımızdakinin önceliğini kabullenemez, isyan ederiz; değer verdiklerimizi arkamızda bırakırız, yeri gelir istediğimiz şey uğruna arkada kalan biz oluruz. Ama aklımızda hep aynı şey baki kalır.
Kendi kendimize verdiğimiz sözlerden oluruz; gün gelir gönlümüze, vicdanımıza laf anlatmaya çalışırız. Ter içinde uykularımızdan uyanırız, kabuslar peşimizi bırakmaz istediklerimiz yüzünden.
Bazımız ise sadece hayatın kendisini ister, ne eksik ne fazla. Onlar sadece suyun aktığı yöne gitmeyi dilerler...

Aslında hepimiz bir şekilde ne istediğimizi biliriz, önceliklerimizin ne olduğunu... Ama bunu herkes kendine yakıştıramaz, yeri geldiğinde söylemeye cesaret edemez ya da yerli yersiz söyler pişman olur.
Bizi biz yapan önceliklerdir, hayatımıza yön verenlerimizdir. Onlar bizim " öncebizlerimizdir!"

Sizin öncesiziniz ne peki?...

10 Ağustos 2009

Eğri İnsan Doğru Hayat...















Hep vardır bir "doğru insan" arayışı. Her ayrılıkta klişe olarak "benim için doğru insan değildi" cümlesi sarfedilir. Arada şarkılar, diziler, filmler gazlanır; Issız Adam, Çekirdeksiz Üzüm, Şekersiz Limonata diye. Kızlardan sürekli bir doğru insan tarifi gelir; "dürüst olsun, açık ve net olsun, akıllı olsun, komik olsun, yalan söylemesin, para ilk etapta önemli değil", sonra karşınıza birini getirirler; bir çocuğa bakarsınız bi de o verdiği tarife, sonra bir daha çocuğa... İlişki yaşanır, ayrınılır, arkasından gene aynı klişe cümle: "Benim için doğru insan değildi." Ama sen zaten anlattığın insanla beraber değildin ki neyine doğru olsun...


Peki kimdir bu doğru insan? Bir tane midir bu, numune olarak mı üretilmiştir? Tarife birebir uyan kişi doğru insan mıdır? Hayatımıza birden çok doğru insan girmiş olabilir mi yoksa Allah minnettar olmamız, şükretmemiz için doğru kişi ile karşılaşmadan önce yanlış insanlarla karşılaşmamızı istemiştir?

Hayatı sürekli doğru insanı aramakla mı geçirmek lazım? Ya seneler sonunda arkamıza dönüp baktığımızda; o kadar zamanı boşa geçirmişsek ve onca "doğru insanı" yanlış yerlere göndermişsek...

Eğri ya da doğru, hayatı yaşamak lazım; içimizden geldiğince, hesap yapmadan, tarif vermeden.
Sonradan pişman olmamak için...

5 Ağustos 2009

Mazidekiler Kütüphanesi

Her zaman şöyle bir kütüphanem olsun istemişimdir. Raflardaki kitapların adları, hayatımda iz bırakan insanların isimleri olsun. Hayatıma girip çıkan, beni arkada bırakan ya da benim arkada bıraktığım insanların isimleri... Onlarla yaşadığım olaylar yorumsuz, sade bir şekilde yazılı olsa o kitaplarda... Ara ara alıp okusam ve sanki o kitaplardaki hikayenin kahramanı ben değilmişim gibi; sanki başka biri yaşayıp yazmış da "ben olsam ne yapardım? " diye üzerine yeniden düşünüp, yorum yapsam. Gene aynı şeyleri düşünür müydüm, aynı şekilde hisseder miydim? Aynı yorumları, aynı kararları verir miydim acaba?

Ve daha önemlisi; şu an olduğum yerde olur muydum...

Bence olurdum hatta ileride bile olduğumu hissediyorum artık...

29 Temmuz 2009

Yıkılmayan Adam























Kendini Körfez'de bulabilir misin? Karı kız adına kendini yakan apaçinin et kokusunu duyabilir misin? Sahillerde yüzen gençlerin slip mayolarını giyebilir misin? Fink'deki değdiriş savaşçısı gerillaların gömleklerini kuşanabilir misin? Beni barış içinde, çıkar düşünmeden s..ebilir misin?

Bodrum, yenilmedim sana. Yıkılmadım, yıkılmayacağım...

14 Temmuz 2009

Sofia'nın seçimi ben olayım...

Bırak beyaz ekranı gel Kolombiya'ya yurduna dönelim, bir göz taş evimiz olur, verandasına çiçekler ekeriz, tavuk tavşanı doldururum kümese, domates biber eker menemen yaparım sana, he de be Sofia, he de gidelim buralardan, hadi be kara çiçeğim... Yap bu güzelliği kendine hadi!

Çekip çıkarıyim seni o Hollywood kargaşasından, sığın benim sakin limanıma, o hayat seni er geç bozacak görücen, sonra kapıma gelcen "tut kolumdan götür, bırak menemeni bir kuru ekmeğe razıyım" desen bile açmam kapımı, açmam oh bebeğim...

Hayatı bay geçmek...

Çoğunluğunun aksine şansa inanmam. Benim için şans; insanın kendi çabalarıyla yarattığı ya da çaba göstermeden alın yazısı ile olan olayların batıl inanca dayalı açıklamasıdır. Kaderimizde olması gereken birşey zaten olacaktır. Neden olması için araya sözde bir faktör daha sokma çabasına girilir ki? Bence Allah, herbirimize ayrı ayrı dağıtmıyor ki şans denilen şeyi, yaradılışta insanlara spesifik özellikler vermesinin yanında, her insana özgü ekstra özellikler veriyor. Ama bence bu özellikler herkeste eşit oranda dağıtılmış. Allah bir yerden alır bir yerden verir derler ya hani. Kiminde fizik güzelliği, kiminde ruh güzelliği, kiminde fiziki yetenekler kiminde ise ruhani yetenekler diğerlerinden fazladır. Fakat bu yetenekler bize; kendi kendimizi geliştirmek için verilmiştir. Biz de bu özelliklerimizi kullanarak insanları anlamayı, onlarla iletişim kurmayı ve onlarla beraber uyum içinde yaşamayı geliştirmemiz lazım. Ya hakkaten şans denilen şey varsa ve bizde eksikse, biz de bazı şeyleri hakedip de sahip olamıyorsak? O zaman naapçaz peki...?

11 Temmuz 2009

Once












Filmi güzel, soundtracki daha güzel bir sanat eseri. Film; "Yanlış zaman, doğru insan" teması üzerine kurulmuş gibi gözükse de bana kalırsa daha önemli mesajlar gönderiyor. Bence bu film bize; müziğin bir insanın hayatını nasıl değiştirebileceğini, hiçbir zaman çok geç olmadığını ve sonradan pişman olmamak için hiçbir şeyi ertelememek gerektiğini, her zaman daha "doğru" birisiyle karşılaşılabileceğini ve en önemlisi iki bambaşka insanın bir şekilde "tek" olabileceğini avaz avaz bağırıyor. Favori şarkılarım "Falling Slowly" ve "When Your Minds Made Up" . İzleyin, izlettirin...

9 Temmuz 2009

Matter of Choice...

Herkes mutlu olmak ister di mi? Dev yalan! Mutlu olmak bir tercih meselesidir, mutlu olmak isteyen insan mutlu olur arkadaşım. Çünkü herkesin mutlu olma yönündeki tercihleri bellidir. Hayattaki tercihlerini bu yönde yaparsan mutlu olursun. Sevdiğin işi yaparsan, sevdiğin insanlarla beraber olursan, yapmaktan hoşlandığın şeylere zaman ayırırsan olay biter. Çok basit birkaç örnek vericem; insanın etrafında ona dert veren, sıkıntı aşılayan, kaşıntı yapan arkadaşları olursa, insan sürekli o arkadaşların dertleri tasaları ile uğraşmaktan kendi hayatına yön veremezse o insan mutlu olabilir mi? Olamaz... Sürekli o arkadaşın sıkıntılarını dinlemekten ondan farkı kalmaz. Öyle arkadaşlar zaten sizin de fazla mutlu olmanızı istemeyebilirler. "Bu neden benden daha mutlu olsun? " diye içten içe kendilerini yerler. Ya o insana ne olursa olsun yardım elini uzatıp kendi mutluluğunuzdan ödün vereceksiniz ya da napıcacaksınız, salıvericeksiniz küçük enişteyi gidicek! Bu bir tercihtir işte...

Bi de bunun sevgili versiyonu var mesela; bazı insanlar nerede sorunlu, sıkıntılı, dertli,
arıza karşı cins varsa ona tutulurlar. Onun böyle sorunlu hallerini severler, sıkıntılı triplerine takılırlar, hatta daha ileri gidip bir süper kahraman gibi onu bu hayattan çekip çıkarmaya çalışırlar. O insanın tripleri, sıkıntıları, kişilik sorunları yüzlerine vurdukları zaman da "ya nerede arıza var hep beni buluyor" diye işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Olmaaaazzz! O insanı SEN buldun, o tercihi SEN yaptın bebişim, o insan artık senin sorumluluğunda. Ya o insana kol kanat gerip sıkıntılarına ortak olacaksın ya da bas gaza yavrum bas gaza! İşte bu bir tercihtir, hangisiyle mutlu olacağın sana kalmıştır.

Gençler! Herkes tercihlerinin arkasında dursun!

5 Temmuz 2009

O seni sevmiyor olabilir ama ben...
















Şu aralar kız arkadaşınız yoksa ve platonik olarak birine kapılmak istiyorsanız işte size açık adres: Jenny Lewis. O nasıl bir duruluk, o nasıl bir naiflik aman Yarabbi! Bu güzellikte bir kızın bi de 10 yaşından beri onlarca gençlik filmi ve dizide oynadığını, bunlarla da yetinmeyip grup kurduğunu, müzik bestelediğini, şarkı söylediğini, özür dilerim rüzgar gibi kulağınıza fısıldadığını düşünün. Bu sıcaklarda tek istediğimiz sey
azıcık esinti diyorsanız ahan da size yaz meltemi gibi müzik... Başarıyı yakaladığı Rilo Kiley grubu ile yetinmeyip farklı projelerde yer alan ve şimdi de solo kariyeri ile müzik hayatına devam eden bu güzellik; "indie rock" dediğimiz yeni akıma olan katkısını kusursuz yapıyor.

Dikkat edilecek Albümler 1.: Rilo Kiley - More Adventurous

"Does he love you?" gibi yıkım bir şarkıya sahip bu albümde "It's a Hit, Accidntel Deth, Ripchord, It just is" gibi hitler mevcut. Bence albümün underground hiti "Portions for Foxes" . Her türlü ruh haline gidebilecek bir albüm.

Dikkat edilecek Albümler 2.: Jenny Lewis - Acid Tongue

Alışılmış Rilo Kiley müziğine göre daha yumuşak, daha country-folk ama duruş, tavır ve ruh hali olarak daha ağır bir albüm bu. "Pretty Bird, Black Sand, See Fernando", Carpetbaggers " vurucu şarkılar. Ama benim favorim: "Bad Man's World" .

1 Temmuz 2009

Neden "Neden" ?

Film seyretmeyi gerçekten çok seviyorum. Bunun birçok nedeni var: Herşeyden önce bence kesinlikle zaman kaybı değil. Keyifli zaman geçiriyorsunuz, her farklı film dünyaya bakış açınızı geliştiriyor ve herşeyden önemlisi, İÇİNDE HAYATA DAİR ÇOK FAZLA SAYIDA ÖZLÜ SÖZLER BULABİLİYORSUNUZ! Beni tanıyanlar bilir; özlü, felsefi derinliği olan sözleri çok severim. Ne konuşulsa konuşulsun hemen bir tane şöyle güzellerinden yapıştırırım lafın arasında. Bazıları benim böyle davranmamı ya da bu kadar özlü sözler kullanmamı sevmiyorlar ama umrumda değil:=)
Yukarıdaki sözü şu ana kadar 2 kez duydum. “The Matrix Reloaded” filmine ilk gidişimde bu cümleyi pek önemsememiştim. Ama gerek filmin ilerleyen karelerinde gerekse kafamın içindeki yoğun düşünce akımında bu cümleyi çözdüğümde anlamının ne kadar yoğun olduğunu anlamıştım.Bu sebeptendir ki 2. kez duyduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Merovingian adındaki matrix içinde bulunan değerli şeyleri korumakla yükümlü eski bir program, sebep ve sonuç arasındaki ince ama herşeyden kuvvetli bağı bu cümleyle özetlemişti.A caba bu kadar basit bir cümle nasıl bu kadar “karmaşık” olabilir?? İçinde hiç birşey barındırmıyormuş gibi duran bu kelime grubu aslında benim yıllar boyunca kafa yorduğum birçok tezime karşılık geliyormuş da haberim yokmuş...
“Neden böle davranıyorsun? ” , “Bu lafı niçin söledin şimdi? ” ve en bombası: “Seni anlamıyorum, bütün bunların sebebi ne?”. İnsan, hayatında bu ve bunun gibi laflardan hiçbirini duymamışsa ya da kullanmamışsa, ya yalan söylüyordur ya da çoktan ölmüştür de gömeni yoktur. İnsan her zaman bir sebep arar. Bize mantıklı gelecek, bizi ikna edecek, içimizi rahatlatacak bir sebep. Sanki o sebebi bulduğumuzda istediğimiz şekilde davranabileceğimizi düşündüren, sonucunun önemi olmayan, “benim sebebim var sana ne” dedirtebilecek kadar sağlam bir sebep. Geldik kopma noktasına: E peki acaba bu sebebi üretmemiz için bir sebep var mı yoksa kafadan mı uyduruyoruz , durup dururken bir andan kafamızda mı beliriyor bu sebep? Tabi ki hayır. Bence bunun için en mantıklı açıklama “nedensellik”. Herşeyin bir sebep ve sonucu vardır... Yani şöle özetlersek; bulduğumuz sebep aslında geçmişte olan ve üstümüzde hala etkisi kalan bir olayın sonucu ve biz bu sonucu sebep olarak görüp başka bi sonuç ortaya çıkartıyoruz. Sebebi düşünmeden... Bunlar hep birbiri ardına sonu belli olmayan zincirleme reaksiyonlar. Başı belli değil gibi gözükse de bence de bence başı belli...Hani bir laf vardır “kendimi bildim bileli” işte o laf bizim başlangıç noktamız. Kendinizi kaç yaşından beri bilirsiniz?
Bu ne demek diye düşünenler için bir açıklama yapayim hemen. Ben mesela kendimi 4 yaşımdan beri bilirim. Yani hayatımda olanları 4 yaşımdan itibaren hatırlıyorum. Bu da demektir ki 4 yaşımdan itibaren olaylar benim mental olarak gelişmeme ya da olaylara sebep bulmama yarıyor. Şimdi daha açık oldu sanırım. Ben insanların anlamadığı şekilde davranıyorsam demektir ki 4 ile şu andaki yaşım arasındaki birşeyler böyle davranmama sebep olmuştur diye düşünürüm. Kimse kafasından durup dururken bir sebep bulmaz. O sebep zaten vardır ama sen onun farkına varamazsın sadece köşeye sıkışınca onu serbest bırakırsın ve o anda kelimeler ağzından çıkıverir ya da kendini bir anda değişik bir hareket içinde buluverirsin. Bunu neden yaptığını düşünmeden, daha önce başka olayın sonucu olan sebebini söylersin ya da ben böyleyim diyip işin içinden çıkarsın. Bence burada önemli olan 2.’yi yapmamak, 1.’yi de neden yaptığını düşünüp başka bir olayın sonucu olan olayın asıl sebebini bulmaya çalışmak ve imkanı varsa onu değiştirebilmektir. Her insan çocukluğunda kötü dönemler geçirmiş olabilir ve çocuklukta baştan geçen kötü olaylar kolay kolay unutulmaz, her seferinde insan beynini uyarır. İşte bu uyarma potansiyel bir sebep üretimidir. Aile içi sorunlar, sevgi ve şefkat eksikliği, maddi zorluklar, dış dünyayla kopukluk vs. gibi birçok olaylar; ileride insanlar tarafından anlaşılamayacak sorunlar daha doğrusu “ sebepler ” ortaya çıkarabilir. Dediğim gibi önemli olan bunlardan kaçıp sebeplere sığınmak değil, bunlarla yüzleşip , bu olayların gerçek sebebini bulup, eldeki imkanlarla bunları çözmeye çalışmak olmadı şu an üstümüzde bulunan ağırlığını hafifletmektir.
Olayı direk psikologlar gibi çocukluğa bağlamak klişe oldu tabi. Fakat demin yukarıda da belirttiğim gibi; çocuklukta baştan geçen kötü olaylar gerçekten de kolay kolay unutulmuyor ve her ters davranış için – ki burada davranış, karşınızdaki insanlara ters gelir, kendini bilmeyen, kendi muhakemesini yapamayan, kendini dışarıdan, objektif dünyadan göremeyen insan için o davranışın ters bir yanı yoktur hatta ona sorsanız gayet düzdür – mükemmel bir sebeptir. Yaş ilerledikçe; beynin düşünebilme, karşılaştırma gibi özellikleri geliştikçe, kendi kendine yanlış yapmış olmayı kabul edebilme potansiyeli artan insan zaten yapmış olduğu davranış ya da söylemiş olduğu sözlerin neresi ters neresi düz 1-2 kere akıl süzgecinden geçirirse anlayabilecek kapasitededir.
Her zaman şunu savunmuşumdur. Doğru, yanlış, iyi, kötü kavramları göreceli olduğu için kimse bunların gerçekliğini savunmamalıdır. Düşünün; size göre iyi ya da doğru gelen şey başkasına göre kötü yada yanlış gelince ne yaparsınız? Ya onu kabul ettirmeye çalışırsınız, ya sen yanlış düşünüyorsunuz dersiniz ya da ben böyle düşünüyorum der konuyu kapatırsınız. İşte bence yapılması gereken kendi düşünceniz olduğunu belirtmektir. Doğru yada yanlışın, iyinin ya da kötünün % 100 kesinliği kabul edilebilir mi? Bir konu üzerine anket yapsanız, 99 kişi aynı fikirde olsa, o 1 kişi farklı fikirde olduğu için o konunun bilimsel olarak kesin doğruluğu kabul edilemez. Diyelim ki bir davranışta bulundunuz ve bu davranış karşınızdaki herhangi bir insanın iyiliği için yaptığınızı düşünüyorsunuz ve bu hareket size doğru geliyor, fakat o insana zarar verdiniz ve o insan yaptığınız şeyin kötü ve yapılan hareketin de yanlış olduğunu düşünüyor. Bu olayda gerçek doğru var mı? Bence var. Bu olayda gerçek doğru nedensellik. Yapılan şeyin bir sebebi ve bir sonucu olduğu her iki kişi tarafından da kabul edilir. Ama sebebin ve sonucun ne olduğu tartışılır. Siz bir sebebiniz olduğu için o davranış içine girdiniz ve bir sonucu olacağını da biliyordunuz, karşı taraf da bir sebep ve bir sonuç olacağını biliyor ama sizin sebebiniz karşınızdakinin de sonucu size anlamlı gelmeyince ortaya anlaşmazlık çıkar. Zaten sebep ve sonuç her iki insan tarafından anlaşılırsa ve bilinirse sorun olmaz. Sorun anlaşılmayan sebepler ve getirdiklerinde yatar.
Kendim için çıkardığım sonuç şudur: Kesin bir iyi ya da kötü yoktur, gerçek bir doğru ya da yanlış da yoktur. Gerçek doğru, bir sebebin ve onun getireceği bir sonucun olmasıdır. Herkesin kendi doğruları ve yanlışları, iyileri ve kötüleri vardır, o yüzden kimseye fikirlerinizi dayatmayın sadece açıklamaya çalışın, bırakın karşınızdaki insan kendi başına karar versin, onun da düşüncelerine saygı gösterin ki o da sizinkilere göstersin. İnsanlar bazen anlaşılmaz, geçinilemez hale gelebilir ama siz onların yaşadığı şeylerin tamamıyla aynısını yaşamadığınız için sadece tahmin yürütür ve buna göre hareket edersiniz. Ve sonuçta karşınızdakini istemediğiniz halde kırabilirsiniz. O insanın bir sebebi vardır, bırakın o sebebin kaynağını kendisi keşfetsin, kendisini düzeltmesine yenilemesine izin vermelisiniz, aksi taktirde sevdiğiniz, değer verdiğiniz insanlarla sürekli olarak bir münakaşe halinde olursunuz, onları kaybetmekle yüz yüze gelirsiniz ve bu da çok zor olmaz. İnsan gerçekten değer verdiği nimetleri kaybetmek istemez di mi....