23 Mayıs 2012

John "halk"a karıştı!

Aylar sonra blog yazmak ne acaip bir hismiş, nasıl başlayacağımı bilemedim, yazdıkça da kendimi sözcüklere sığdıramıyorum ve bunların hepsi senin yüzünden Johnny Boy; çünkü her yeni albümün çıktığında kendimi bir tuhaf hissediyorum ve albümünle ilgili birşeyler yapmak istiyorum. Oturup şarkılarını çalmak, bilgisayar karşısına geçip birşeyler karalamak bazen de yatağıma uzanıp saatlerce albümü dinlemek. Bu sefer tercihimi 2. şıktan yana kullanıyorum.

Bir müzisyen hayal edin ki; 13 yaşında Back to the Future'daki o ünlü Johnny B. Goode sahnesini izleyip gitar çalmaya karar versin, 19 yaşında Berklee College of Music gibi bir okula kaydolup sadece 2 sömestr takılsın ve "ben buradan alacağımı aldım, hadi öptüm kib bye" nidasıyla onun da "herşeyin başladığı yer" olarak nitelendirdiği Georgia, Atlanta'ya yelken açsın. Aynı müzisyen; ilk albümüyle bir, sonra çıkan albümü ile iki daha doğrusu bibuçuk ( yılın şarkısı ödülünü kendinden çok Alicia Keys'in hakettiğini düşünerek, ödülün üstünü koparıp kızcağıza vermiş) Grammy alsın. Bunların üstüne yetmiyormuş gibi "Continuum" gibi bir başyapıta imza atsın, as-kız arasında bir de TR!O kurup geldiği yeri unutmayan bir oluşuma gitsin. Tam bu iş bitti, tamam dediğimizde sümüklü bir kız uğruna yaşadığı kalp kırıklığına ayna tuttuğu ve bunu bizim de iliklerimize kadar hissetmemizi sağladığı "Battle Studies" albümünü patlatsın. Pop, rock, blues, acoustic, funk gibi ne kadar mainstream akım varsa girip, başarıyla çıktığı müzik endüstrisinde şansını şimdi de "folk" ile deniyor John Clayton Mayer...


 Albümü önyargısız dinlemeyi başarabilirseniz ne kadar samimi bir albüm olduğunu, adamın tabir-i caizse "ciğerden" söylediğini hissedebilirsiniz, hele bir de yakın zamanda yaşadığı granuloma hastalığının onu sahnelerden belirsiz bir süre boyunca uzak tutacağını düşündükçe adamın albüme nasıl 4 elle sarıldığını anlayabilirsiniz. Bu konu ile ilgili açıklaması bile gayet iç burkan bir yazıdan ibaret bence.

Bana kalırsa bu albümün hakkı en az 3 defa dinlemektir zaten o kadar dinledikten sonra sevemediyseniz boşuna zorlamayın, albüm size göre değil demektir. Ama ilk dinleyişte Shadow Days, Something like Olivia, Born and Raised ve Whiskey, Whiskey, Whiskey insanı hafifçe sallayan şarkılar olarak göze çarpabilir. A Face to Call Home sonlara doğru Coldplay vari rifflerle gözleri yavaş yavaş dolduruyor.

Kullanılan enstrüman çeşitliliği, şarkı yapısı ve anlam yüklü sözlerin vurguları ile Bob Dylan, Josh Rouse ve Duncan Sheik arasında gidip gelen, folk basamaklarını hızlı çıkmak isteyen bir çocuk misali "ben bu müziği de kıvırırım arkadaş" şeklinde bir özgüvenle karşımızda sevgili John Mayer. 


Benim bu albümle ilgili tek yorumum olabilir; John halk'a karışmış ama siz olay çıkarmadan dağılabilirsiniz.

20 Şubat 2011

Çocukluğumun Özeti


http://acetobalsamico.blogspot.com/2011/02/biz-manchester-uniteddk.html

Aceto Balsamico sürekli takip ettiğim bir blog, Bülent Timurlenk de her zaman takdir ettiğim bir spor yazarıdır. Blogtaki bu yazıyı okuyunca, altta yorum yazan insanların hissettiklerinden farklı hiçbirşey hissetmedim. Çünkü benim çocukluğumda aynen böyle geçmişti. Şu an bu satırları yazarken bile gözlerim dolu dolu oldu inanın. Yaşanan güzel hatıraların, başkaları tarafından benzer şekillerde tecrübe edilip; kitaplarda, filmlerde, şarkılarda veya köşe yazılarında dile getirilmesinin insanda çok güzel duygular uyandırdığını bir kez daha anladım.

O zamanlar abimlerin ve bizim yaştakilerin mahalle takımları ayrıydı. Sistem tıpkı büyük ve köklü takımların A takımı ve B takımı gibi işlerdi; önce kendini B takımda ispat edecektin ki A takıma yükselebilesin. Onun kardeşi, bunun yeğeni gibi mazeretler de A takımda oynamanıza vesile olamazdı, bileğinizin hakkıyla çalışıp haketmek zorundaydınız. Bu sebepten dolayı abimler beni takımlarına almazlardı, küçüklerin mahalle takımına bile çook çook sonra girebilmiştim. Çünkü başlarda gerçekten kazmaydım, top nasıl sürülür, pas nasıl atılır, topa nasıl vurulur bilmezdim. Ama her takımda olduğu gibi "solak" oyuncu eksikliği bizim takımda da başgösterdiği için, beni yedek de olsa takıma alırlardı. Sonra düşe kalka, oynaya oynaya nasıl oynanması gerektiğini öğrendim. Berlin'de oturan rahmetli teyzem; bana kolları siyah 3 çizgili beyaz adidas futbol forması göndermişti. Her gören Beşiktaş forması sanardı ama ben cevabı tokat gibi yapıştırırdım; " ne Beşiktaşı ya, teyzem bunu Almanya'dan gönderdi, Alman Milli Takımı oyuncuları giyiyor bu formayı." Yalanı kes...

Maçlar; kendi ilkokulum olan Erenköy İlkokulu'nda oynanıyordu. Okulun girişindeki büyük asfalt alan maç için çok ideal bir sahaydı, en büyük özelliği de düz değil, aşağı doğru eğimli olmasıydı. Bu yüzden en büyük handikap, kale seçiminde ortaya çıkıyordu çünkü ilk yarı aşağı doğru hücum mu yoksa aşağı doğru defans yapmak mı gerektiğine karar vermek gerekiyordu. Karşı takımın kondisyon ve kapasitesine göre iyi analiz yapmak ve tabii ki yazı-turadaki % 50 şansı da değerlendirmek gerekirdi. Bazen bir gün içinde birden çok maç olurdu, herkes sırayla oynardı. Maalesef burada da bir hiyerarşı kaçınılmazdı; hava sıcakken genelde küçükler oynardı, sahaya gölge indiği zaman ise "A" Takımların maçı olurdu. Ben zaten acaip çok terleyen bir çocuğum, o sıcağın altında da porsuk gibi terlemekten kimse beni alıkoyamazdı. Büyük asfalt sahanın altında ise toprak bir saha daha vardı, orayı da maç öncesi ısınma ve antrenman sahası gibi kullanırdık; Her hafta kesin bir cam inerdi, hatta cam kırma öyle bir rutin olmuştu ki; herkes önceden parasını yanında getirirdi. Bazen de birkaçımızın parası olmaz ya da parayı maç sonrası meşrubata ayırdığımızdan gerekli parayı denkleştiremez, demirlerin üzerinden atlayıp kaçardık. Mahalle maçlarında kaleleri nizami yapmak için kaleler iki kere ölçülür, maç oynanırken kaleler küçültülmesin diye koca koca taşları kale direkleri yapar, bazen de yandaki inşaattan naylon torbalarla kireç çalar, onunla kale çizgisi çizerdik. Ben o maçların birinde, topa vuracağım diye koskoca kale taşına ayağımı geçirmiştim, eve dönünce de bütün gece ağrısından uyuyamamıştım. Yıllar sonra öğrendim ki; ayağım çatlamış sonra da tedavi ediğim için yanlış kaynamıştı.

Maçtan sonra en büyük keyfimiz Çamlıca gazoz içmekti - yemin ediyorum o gazozun tadı şimdi bile hiçbir markada yok - o zamanın parasıyla 250 lira idi, şimdinin 25 kuruşu gibi birşeydi herhalde, coca-cola 500 liraydı ama alternatifi de vardı, Pepsi, RC Cola bi de Bixi Cola. Bixi Cola sudan bile ucuzdu; yanlış hatırlamıyorsam 200 lira ama kimse Çamlıcadan kolay kolay vazgeçemezdi.

Japon kaleyi, kare olan geometrisinden dolayı bizim otoparkta oynardık. Kendi aramızdaki maçları ise bizim çıkmaz sokakta organize ederdik. Çıkmaz dediysem tabii ki arabalar park etmek için girip çıkıyordu ama trafik normal bir cadde ya da sokak gibi değildi. Sokağın başında araba görüldüğünde "Araabaa" diye bağırılır, herkes olduğu yerde donakalırdı. (Bir de bu durumu avantaj olarak görerek, gol atıp sonra "duymadım" ya da "bağırdıktan önce vurmuştum" gibi bahanelerle çakallık yapan arkadaşlarımız mevcuttu. Murat bu lafım sana:)

Hafta içleri genellikle dokuz aylık veya Alman kale oynardık. Okuldan geldiğimiz gibi çantayı, önlüğü fırlatır, elde sandviçle kendimizi dışarı atardık (Aç ayı oynamaz) O oyunları, otopark girişlerini kale yaptığımız için ana caddede oynardık ve bu sebeple oyunumuz sık sık arabalar tarafından bölünürdü. Dokuz aylıkta, atılan herbir gol 1 aylık sayılır, golün çeşidine göre (beşik, vole, demi-vole, röveşata) bazılarımız çok çabuk doğururdu. Kalenin yanında oturan mahallenin kızları da oyunu izlermiş gibi yapıp, hoşlarına giden çocuğun attığı gollerle kendilerinden geçerlerdi. İyi oynamaya başladığım için benim yıldızımın parladığı zamanlara denk gelen dönemlerdi. Ama maalesef herşey, annemin camı açıp "Akooooş, hadi eve" dediği ana kadardı. O zamana kadar atılan goller ve vuruşlarla kazanılan bütün karizma, o lakap ile darmadağın olur, o günkü kariyerim boynum bükük bir şekilde eve dönmemle son bulurdu.

Hayat ne kadar çabuk geçiyor, bir an bu yazıyı bitirdikten sonra gidip mahallede top oynayacakmışım gibi hissettim.

İçimdeki futbol aşkı bir başka...


30 Ocak 2011

Mavi Kuş

Mutluluk, insanlara hep yakalanması zor, elde tutulması imkansız bir hissiyat olarak gelmiştir. Bu konuda içimizde hep bir sitem, sürekli olarak bir memnuniyetsizlik vardır di mi? Bazen de insanlar o kadar bencil ve kendine güvensizdir ki, bir kere mutluluğu yakaladıktan sonra da, onu asla kaçırmamak için avuçlarında sıkıca tutmaya çalışırlar. Ama asıl önemli olan mutluluğu özgür bırakmaktır; o uçar gider, uzaklara kanat çırpar, etrafı şöyle bir gezer, sonra döner dolaşır ve gene aynı omuza, gerçekten mutlu olduğu yere konar. Zaten bunu yapabilen insan gerçekten mutlu olur; o, kendini özgür hisseden, kısıtlamadan, kısıtlanmadan seven insandır.

Ben hayatta bir kere mutlu olan birinin bir daha o kadar mutlu olamayacağını düşünürdüm hep, o yüzden avucumda sıkıca tutmaya çalışırdım. Meğer anladım ki; özgür bırakmam, elimle havaya doğru atmam gerekiyormuş o mutluluğu, beni zaten kendiliğinden gelip yine buluyormuş. Ben buna gerçekten inanıyorum ve sanırım hayatımda ilk defa kendimi bu kadar " inançlı" görüyorum.

Şu anki mutluluğum gerçekten bana huzur veriyor, kendimi birşey yapmak zorunda hissetmeden, içimden geldiği gibi, isteyerek, arzulayarak yaptığım için hiçbir şeyi " çaba " olarak görmüyorum. Her ne kadar aksini söylesem de...


26 Ocak 2011

2 Dakikada Hayatı Bay Geçen Adam (Özet)

"Çok uzun zamandır yazmadım, sizden özür diliyorum, n'oolur beni affedin" diye acıtasyon yapacak halim yok artık, ben mutlu olunca yazı falan yazamıyorum bunu öğrendim. Depresifleştiğim, içimde birşeyleri sorguladığım, üzdüğüm, üzüldüğüm anlarda dökebiliyorum hislerimi, anca o zaman ellerim klavyeye gidiyor. Bir yandan halime üzülürken, diğer yandan hala hissederek üretebildiğim şeyler olduğunu gördüğüm için seviniyorum. Ne ironi di mi...


4 aya olması gerekenden çok fazla şey sığdırdım; yolculuklar, geziler, yeni yerler, yeni insanlar, yeni dostlar, mutluluklar, geçici hüzünler, avuç kadar beklenti, kucak dolusu huzur ve maalesef en son olarak bir tatlı kaşığı hayal kırıklığı. "Ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey" demeyin, çünkü kaçmayacak, zaten salak saçma bir düzende boy gösteriyoruz, basit şeyleri kendimize quantum fiziği olarak geri döndürmeyelim. Ben nerede yanlış yaptığımı biliyorum, neyi nasıl düzeltebileceğimi de, en azından bunun uğrunda bütün çabamı göstereceğimden eminim.


Bütün bunların bir anlamı olmalı...

9 Eylül 2010

Hasat Zamanı

En sevdiğim mevsimin, en güzel ayın çoğunu ülkemden uzak geçirmek bana biraz koysa da; kendi kendimi anlamak için sürdürdüğüm açılım sürecine ait nadas sona eriyor artık. Ne ektim, ne biçeceğim, nereden geldim nerelere gideceğim aşağı yukarı hepsi önümüzdeki günlerde bana yol, su, elektrik olarak geri dönecek.


Bu zaman zarfında bana destek olan ve olumlu/ olumsuz fikir veren herkese teşekkür ediyorum, hep demişimdir; "herkesin çok mutlu olması gereken bir zaman dilimi elbet vardır" diye, umarım benim de sıram artık gelmiştir.

May the force be with me canlar...

21 Temmuz 2010

İcraatın İçinden...


Kırdım mı incittim mi birilerini?
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler.
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi...

M.M.


Açılımın üzerinden daha 1 sene geçmedi ancak bu şiiri okuyunca bir ara değerlendirme yapmayı kendime görev bildim. Elimde kalem, arka planda Türk bayrağı yok ama viski kadehi ve fonda Jeff Buckley şimdilik işimizi görür.


Askerden döndüğümde bazı değişikliklerin farkındaydım ama dışarıdan daha bir farkedilir oluyormuş ki yarı şaka yarı ciddi “sen çok değiştin” diye tezahüratlar yükseldi etrafımda. Belki de askeriyedeki aşırı mantıksızlık, bendeki logic switchini istemeden de olsa 0 ve 1 dışındaki başka devreleri ittirmeme neden olmuştu. Anladım ki; aslında benim açılımım o zaman başlamış da ben uyanmamışım. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum. Peki hoşuma gidiyor mu, kesinlikle...


Gerçekten değişiyor muyum emin değilim, belki de sadece kendi etrafımda dönüyorumdur ama hissettiğim şeyler aynı değil buna eminim. Eskiden daha kesin, daha köşeli, daha sertti tavırlarım. Kendimi yontmaya (odunation or kerestetion) gerek görmez, alayına giderdim. (bkz. "The Gaddar") Şimdilerde ise daha bir yapıcı olmaya, bana değer verdiğinden emin olduğum insanları daha çok anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum. Onları eleştirirken köşeleri daha yumuşak geçmeye gayret gösteriyorum. Herhangi bir olay, durum ya da kişi karşısında önce eski ben olsam ne yapardı diye düşünüp, sonra ya daha yumuşak bir geçiş ya da eski benin yapacağının tam tersini yapmaya çabalıyorum. Bu kadar çok düşünmek başlarda gerçekten yorucu oluyordu çünkü varolan sistem zaten fazla düşünmeme üzerine kurulduğu için kendi içinde bir çelişki varmış gibi gözüküyordu ama sonraları yavaş yavaş alışmaya başladım ve son zamanlarda eğlenceli bile gelmeye başladı. Aslında bu geri geri koşmak gibi birşey, Allahtan geri geri iyi koşarım, tabii bileğim burkulmadığı zamanlarda...


Bir de kolaydan başladığımı sanmıştım, halbuki çok pis yanılmışım; ne kadar zormuş birinin gözlerine baka baka açılımın özünü anlatmak, ona karşı hissettiklerini açıklamak. Belki karşındaki insanın ne düşündüğünü az çok kestirebiliyorsun ama yine de bir yanılma payı mevcut. İşte oradaki kilit nokta; o dakikadan sonra kaybedecek birşeyin olmadığının farkına varmak ve denememiş olmamın pişmanlığını bir kenara atmak. Kaybettiğini düşündüğün bir insanı 2. defa kaybedemezsin, ya kaybetmemişsindir ve/ veya kaybedilmemeyi bekliyordur ya da zaten atı almış, izmir kum pistte 1500 m'yi koşuyordur. Önemli olan o çabayı ve gayreti göstermek, gerisi tamamen ona kalıyor...


Uzun lafın kısası; şimdilik halimden memnunum, insanın kendine ait farklı yönlerini keşfetmesi bazen korkutucu olabiliyor. Her ne kadar yolda ufak tefek taşlar olsa da amortisörlerimin olduğunu bilmek hoşuma gidiyor, herşey gittiği yere kadar demişler ya aynen öyle işte; herşey olacağına varır..

1 Mayıs 2010

Everybody's Gotta Learn Sometime...

Hani derler ya "öğrenmenin yaşı yoktur" diye, bu laf yeri geldiğinde yarı şaka yarı ciddi olarak sürekli söylenir. Gerçi bunu bilmek ayrı bir şey, anlamak ise paha biçilemez... Ama insan bunu 29 yaşında öğrenince biraz gücüne gidebiliyor.

Olaylar ve insanlar karşısında; kafamız ve vicdanımız rahat olsun, içimizde ukte kalmasın diye, kendimiz ve insanlığın selameti için hep o an doğru olduğuna inandığımız şeyleri yaptığımızı düşünürüz. Ancak gün gelir, herşeyin üzerinden belirli bir zaman geçince ve/ veya biri bizi uyandırınca bazen döner bakarız ki; yapmış olduğumuz şeyler biz anlamadan içimizde kırıntılar bırakmıştır. Buna pişmanlık denmez bence, çünkü pişman olabilmek için düşünmeden ve ukte kalacak şekilde davranmış olmamız lazım. Bunun adı olsa olsa "aydınlanmaktır". İşte o zaman hala öğrenmemiz gereken şeyler olduğunu anlarız ve hemen o telaşla kırıntıları takip etmek isteriz. Ama o telaş korkuyu da beraberinde getirir. Acele etmekten, treni kaçırmış olmaktan ya da en basiti; şimdi ne yapacağımızı gerçekten bilememekten korkarız. Çünkü daha önce doğru olduğuna inandığımız şeyi yapıp buraya geldiysek, artık neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ve buradan sonra nereye gideceğimizi bilememek insanı tedirginliğe sürükler. Bence böyle zamanlar için bile bir doğru vardır; o an hiç bir şey yapmamak, en azından şimdilik...

İnsan çok fazla düşününce herşeyin içinden çıkabileceğini sanıyor ama bazen hiç de öyle olmuyor. Tamam; düşünmek ve kalıcı sağlam fikirlere sahip olmak güzel bir özellik belki ama bazı zamanlarda çok düşünmek; mevcut durumu işin içinden çıkılmaz bir hale getirebiliyor. İşte o anlarda durumu iyi analiz etmek, karşımızdakine kendi düşünce ve fikirlerimizi doğru tanımlamak ve ifade etmek gerekiyor. Gerisi zaten bir şekilde ilerliyor. Çok düşünmeden, kasmadan...

İlişkilerimizde hata yapmaktan korkmamak ve çok katı olmamak lazım. Hayat her zaman siyah ve beyazlardan ibaret olmayabilir. Griyi ve hatta tonlarını da görmeye çalışmak, daha ılımlı bir insan olmaya çabalamak belki de bizi daha mutlu kılabilir. Herkesin hataları olabileceğini, hatta en "mükemmel" gözüken insanların bile hata yapabileceğini anlamak gerek. Burada önemli olan şey bence; daha önceden de birçok kez ifade etmiş olduğum üzere "hatayı anlamak ve tekrarlamamak." Ama burada çok ince birkaç detay var ve bunları iyi analiz etmek lazım;

-Hata yapan insanın niyetinden emin olmak ya da bir başka deyişle o insanı tanımak, ne yapıp yapmadığını değil de gerçekten ne düşündüğünü bilmek,
-Bunun hata mı yoksa karakter özelliği mi olduğunu anlamak. Hata ise bundan ders çıkarıp, bir kez daha yapmayacağını düşünüp affedebilmek. Eğer karakter ise zaten her seferinde aynı hatayı yapacaktır ki; bu artık hata sayılmaz, o insana hatalısın demek bile doğru değildir, bence o insanın kendisidir, o insanı öyle kabul etmek lazım, ya da etmemek...

Yukarıda yazdıklarım bir aydınlanma sonucu ortaya çıkmış olup, özelden genele doğru uzanan bir olaylar ve insanlar silsilesini kapsamaktadır. Ama konuyu bir sonuca bağlamak istersek;

-Hepimizin birbirimizden ve hayattan hala öğreneceği çok şeyi var, kimseyi az ya da çok biliyor diye eleştirmeyelim.
-Her zaman doğru olduğuna inandığımız şeyleri yapmaya çalışalım, üzerine çok fazla düşünmeden, fazla sorgulamadan ama yanlış yapmaktan korkarak değil, bu hepimizin en doğal hakkı, önemli olan bunu telafi edebilmek.
-Hatalarımızı veya "aydınlanmalarımızı" telafi etmek için çok fazla acele etmeyelim, herşey zamanı gelince daha anlamlı bir hale gelecek, o zamanın geldiğini ve doğru anda harekete geçmemiz gerektiğini bileceğiz.

Eminim ki, içimizdeki kırıntıları takip etmek için "bir gün bir yerlerde gene" fırsatımız olacaktır. En azından ben buna inanıyorum artık...