13 Şubat 2010

On-Standby

Bazen kendimi insanlardan öyle uzaklaştırmam gerektiğini hissediyorum ki; o anda kendi hayatımla olan bütün bağlarımı koparıp stand-by'a geçmek istiyorum. O gün işe gitmiycem, telefonu kapatıcam, msn yok, mail yok, facebook yok, dışarı çıkmıycam - çıkacaksam da kimseyle karşılaşmayacağım bir yere gidicem- evde kendi kendime vakit geçiricem, öbürkü gün hayatıma kaldığım yerden devam edicem.

İnsan; sadece kendine ihtiyacı olduğunu itiraf etmeli bazen ve kendi başına bir gün geçirme lüksünü kendine yaşatmalı diye düşünürüm hep. Bazı zamanlarda birşeyleri paylaşmak ya da insanlara kendimizi ifade etmek aynı anda bize birşey ifade etmeyebiliyor ve kelimelerle ruhumuzu sıkıcağımıza kendimizi salıvermemiz gerekebiliyor. İşte böyle zamanlarda yapılabilecek en iyi şeylerden bir tanesi de bence; sadece tek başımıza kalabileceğimiz yerlere, mekanlara kaçmak, ama bunu yaparken de içeride neler olup bittiğini iyice anlamak lazım ki; geriye döndüğümüzde kaldığımız yerden sağlıklı bir şekilde devam edebilelim. Yoksa yaptığımız şeyin bu sefer kendimiz için bir anlamı kalmayacak ve hatta yarardan çok zarar sağlayacaktır.

Hayatımızı askıya alma fikri kulağa ne kadar güzel geliyor di mi? Bence bunu herkes hayatında en az bir kere denemeli. Bana kalırsa arada kendinize bu iyiliği yapın, eminim bir zararını görmeyeceksiniz.


Farkında Olmak...

Şöyle geriye yaslanıp gözünüzü bir an için kapamanızı ve sonra gözlerinizi açıp etrafınıza bakmanızı istiyorum; nasıl bir hayat sürdüğünüzü gözünüzün önüne getirin. Şu zamana kadar nelerin olmasını istediniz ya da beklediniz de ne kadarı gerçekleşti? Sizi kuşatmış olan ve mutluluk diye adlandırdığımız soyut fanusun ne kadar içinde olduğunuzu, o fanusun ne kadar büyük olduğunu düşünün. Sizi sürekli olarak o fanusun içinde tutan şeyleri düşünün. Ailenizi, arkadaşlarınızı, sevgilinizi, işinizi, hobileriniz neyse artık; hayatta kendinizi daha iyi hissetmek için tutunduğunuz şeyleri düşünün. Şimdi asıl sorum şu; peki o tutunduğunuz şeylerin sizdeki önemini onlara hissettirebiliyor musunuz? Ya da izin verin şöyle ifade edeyim; onlar sizin için ne kadar önemli olduklarının farkındalar mı? Bunu onlara ne kadar hissettiriyorsunuz?

Bazılarımız hayatlarını gerçekten çok dolu yaşarlar; sevgi ve saygı değer ailelere, kucak dolusu arkadaşlara, hayatında kendini hep mutlu tutacak meşgalelere sahiptirler. Ama herkes o kadar şanslı olmayabiliyor işte. Sorunlu aileler, menfaatçi arkadaşlar, riyakar sevgililer tarafından boğulan insanlar etrafımızda bolca bulunmakta... İşte o insanların en büyük hayat ışıklarından biri bizlersek eğer, onlara bunun farkında olduğumuzu göstermemiz gerek, çünkü güzel hayatlarımızda bizi rahatsız eden birşey olmadığı sürece o rahatsızlığın üzerine gitmek bizim genlerimizde yok. Artık bundan kurtulmamız gerek, sevdiğimiz, değer verdiğimiz insanlara bunu ispat etmemiz gerek. Bunlar çok zor şeyler değil gerçekten; bir telefon, bir mesaj, 2 satır birşeyler karalamak bile o insanların hayatlarında ne büyük değişimlere yol açabilir bunu unutmamamız lazım... İtiraf ediyorum ki; ben de bazen bu duyguyu unuttuğum olmuyor değil, kendimi nehrin akışına öyle bir bırakıyorum ki nereden çıktığımı bile anlamıyorum. Ama emin olun o nehirde yüzmeyi bilmeyenler de var ve belki de sadece bizim el uzatmamızla hayatta kalabilecekler. Onlardan bunu esirgemeyin. Onlara sadece 5 dakika ayırabilseniz; ne kadar mutlu olabileceklerini kendiniz de göreceksiniz.

Kısacası; 5 dakika ile bir çok şeyi değiştirebiliriz. Günde sadece 5 dakika farkında olmak bizi yıkmaz, ama herkes biz değiliz bunu lütfen unutmayın...


20 Ocak 2010

Çok güldük, ağlamayalım!

Buraya yazı yazmayalı tamı tamına 50 gün olmuş. Koskoca 50 (yazıyla elli) gün! Arkama dönüp bakıyorum da geçen 50 günde neler oldu, neler değişti diye; çok fazla bir şey göremiyorum. Sanki olduğum yere geri dönmüşüm. Tabii ki bu zaman içinde bir çok şey yaşadım ettim ama sanırım bunların hiçbiri benim neden 50 gün boyunca blog yazmadığımı açıklamıyor. Beni kış çok geriyor sanırım. O güneşsizlik, o soğuk hava, o yağmur-rüzgar kombosu beni bunalımın eşiğine getirip götürüyor. Sabahın köründe uyanıp o soğukta yollara düşmek, gene hava kararınca servise binip eve geri dönmek, 2-3 saat oyalanıp gene yatağa girme döngüsü beni ister istemez iyice yormaya başladı. İnanın içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Aralık ayının başında müzik olaylarına sardım o da beklemede şu an. Ne spora gidiyorum, ne elime gitar alıyorum. Biraz silkinip kendime gelmem lazım artık... Ve bunun için de en doğru yolun gene blogtan geçtiğini düşünüyorum. Bir yerlerden başlamak lazım zaten. Fresh-start her zaman iyidir!

Bu zaman dilimi içinde ben birşeyi daha anladım; ben hayatta melankoliden besleniyomuşum. Benim müzikal birşeyler üretmeye iten, anlamlı yazılar yazmamı sağlayan hayatımda duygusal yoğunluk içinde bulunduğum noktalarmış. Şu anda da onlardan biri içinde olduğum için bloguma 4 elle sarıldım sanırım. Neyse önemli olan sonuç zaten, ama önce biraz gülelim, ağlatacak konuları ileriki yazılara bırakıyorum.

Pek bir sevgili ve porsuk arkadaşım Aysu Akıncı ile beraber başlattığımız "Yurdumdan Star Wars Manzaraları" temalı fotoğraf çalışmamıza hızlı ama kısa bir giriş yaptık, biraz kafa yorup fikir çarpıştıralım yenilerini de ekleyeceğiz, şimdilik bunlarla yetinin, umarım beğenirsiniz.












White Vader-
Luke! join me and together we can rule the galaxy!
Darth Vader- Kimsin lan sen beyaz peynir?
White Vader- Special editionım lan ben, ne oldu beğenemedin mi?
Darth Vader- Sen dur şimdi göstericem ben sana özel üretimi...












Darth Vader-
Ahan da sana özel üretim!
White Vader- Dur lan napıyosun karayılan?!
Darth Vader- İstediğin bu değil miydi lan krem peynir! Al bakalım o lightsaberı alabiliyor musun görelim.
White Vader- Sana boşuna sith lordu dememişler, iblis dölü!
Darth Vader- Ha şunu bileydin...












Stormtrooper1-
Ya bi dur a.k. amonyaktan beynim döndü şerefsizim, bi atıyim içimden şu mereti, zaten isilik oldum şu kıyafetin içinde yemin ederim ki...
Stormtrooper2- İşe lan işte benle ne alakası var eueheueheheue
Stormtrooper1- E o lightsaberı götüme değdirirsen bırak işemeyi, içime doğru sıçıcam! İyi ki Darth Vader sizin gezegenden, arada takılman için veriyor şu kılıcı, onda da gram akıl olsa vermez ya, dark side'ın pici...
Stormtrooper2- Vader beni ileride sith lord yapar mı acaba?
Stormtrooper1- Haa yapar yapar, koskoca galakside senden iyi sithi nereden bulacak, kodumun ampülü...

















Clonetrooper1-
Klonsam günahım ne abi, ben de seviyorum!
Clonetrooper2- Ohooooo, Fikirtepeden adam klonlarsan olacağı bu işte, yapma canım, yapma kardeşim bak mundar ettin V-Wingi.
Clonetrooper1- Aşkımı tüm galaksi görsün istedim be ağbii, çok mu?!
Clonetrooper2- Çok değil de o sith saberını birisi görürse ikimizi de o geminin kanadına oturtup galaksi galaksi gezdirirler, haberin ola!
Clonetrooper1- Sen sevgiden ne anlarsın lan Dolly!
Clonetrooper2- Senin anladığın kadar...

30 Kasım 2009

Kim kırdı lan bu çocuğun kalbini?!

Her gün Allahıma beni kız olarak yaratmadığı için dua ederim, bunun da başlıca iki sebebi vardır; birincisi tabii ki regl meselesi, ikincisi de kızlardaki ulaşılamayan adamlara saçma sapan şekilde platonik aşık olma durumu... Eğer kız olarak doğsaydım ve gene bu müzik kafasını taşısaydım - ki eminim taşırdım - aşık olacağım adamlardan biri de kesin bu herif olurdu. İşte dünyanın son zamanlarda gördüğü en cool ve başarılı müzisyeninin, kendinden uzun zamandır beklenen stüdyo albümüne sonunda kavuştuk; "Battle Studies by John Mayer"















Önce albümün taşıdığın manevi değere değinmem gerek. John Mayer (yazının bundan sonrasında kendisi JM olarak anılacaktır.) kendi sitesinde ve blogunda; bunun bir kalp kırıklığı albümü olduğunu ve kalbini tamir etmek için geçen sürede neler yaşadığını müzikle anlatmaya çalıştığından bahsediyor. Zaten şarkı isimlerine bakıldığında da durum çok açık ve net olarak belli; Heartbreak Warfare, Perfectly Lonely, War of My Life, All We Ever Do is Say Goodbye...

İnternette dolaşan dedikodulara göre ise; albümün tohumlarının JM'nin Jennifer Aniston ablamızdan ayrıldıktan sonra geçirdiği buhran dönemlerinde atıldığını ve albümün bir yerde Jennifer yengeye selam-saygı niteliğinde olduğuna değinilmiş. Şimdi kendimi Jennifer Aniston'un yerine koyuyorum ve diyorum ki; ayrıldığım sevgilim böyle bir albüm yapsa; ya bütün albümleri satın alırdım ve büyük ihtimal albümü her dinleyişimde şakır şakır ağlardım ya da o şarkıları duymamak için direk intihar ederdim. Öyle bir albüm yani...

Albüm yukarıdan bakıldığında bir olgunluk çalışması gibi tınlıyor. Continuum ile müzikal duruşunu sağlamlaştıran JM, kendi tarzından daha uzaklara açılarak biraz Tom Petty, biraz John Mayall and The Bluesbreakers, biraz da Eric Clapton tadına yakın oturmuş. Zaten albümde de bir Cream/ Clapton coverı olan "Crossroads" tesadüf değil bence. Özellikle gitar sololarında Mr.Slow Hand hissiyatını çok yoğun olarak hissedebiliyorsunuz. Gerçi bu benim çok sevdiğim bir özellik olmasa da sonuçta bir tercih ve saygı duymak gerekiyor. JM'nin kendine has, çok beğendiğim bir çalım tarzı var ve bunu şarkılara yansıtması benim çok daha hoşuma gidiyor ama dediğim gibi bu bir tercih meselesi ve adam boru değil, JM.

Şarkılara da şöyle bir göz atarsak; Heartbreak Warfare inanılmaz bir açılış şarkısı; o delayli riff ve davul beati ile direk insanı esir alıyor. All We Ever Do is Say Goodbye'daki klavye riffinden sonra gelen "Why you wanna break my heart again, Why am I gonna let you try" sözleri ile zaten şarkıyı özetlemiş. Gitar solosunda da; JM'nin uzun zamandır çalıştığı, David Gilmour eradan gelme Robbie McIntosh abimiz gene slide gitarı konuşturmuş. İnsanın içi kabarıyor yeminlen. Half of My Heart ve Perfectly Lonely olgunluk sinyalleri olarak algılanabilir, countrye göz kırpan ama poptan kopmayan şarkılar olarak albümdeki yerlerini almışlar. JM'nin bir albümde olmazsa olmazı akustik song olayı da Who Says ile doyurulmuş.

Bence albümün büyük hiti Assassin; girişteki vibrafon vari japon tınıları ile başlayan şarkı, nakarata gelene kadar sanki etrafta dolaşan geyşalara bakma hissiyatı veriyor. Nakaratta şarkının yükselmesi ile birlikte suikastçi ninjalar odaya dalmış da dinleyicide samuray edasıyla kaleyi koruma duygusu uyandırıyor. Crossroads coverı da uzun zamandır JM'nin konserlerde ve bazı televizyon şovlarında Eric Clapton ile birlikte çaldığı bir şarkı olduğu için albümde olmasını çok yadırgamadım ama güzel de olmuş.

Albümün bundan sonrası ayak kaydıran cinsten devam ediyor. War of My Life'da her ne kadar hayatlerlerden, yaratıklardan bahsetse de belli ki kendisinin bundan sonra karşılacağı zorluklara karşı duruşunu belirtmek için yazılmış. O zorlukların başında da heralde; LA Starbuckstan decaf-latte alırken Jennifer Aniston'ı yeni erkek arkadaşıyla öpüşürken görmek gibi şeyler geliyor. Edge of Desire bildiğin ayrılık şarkısı;

"Don't say a word, just come over and lie here with me

'Cause I'm just about to set fire to everything I see
I want you so bad I'll go back on the things I believe
There I just said it, I'm scared you'll forget about me"

Birazdan gördüğüm herşeyi yakıp yıkıp gidicem diyor, soloda da yakıp yıkıyor zaten. Ne diyelim adam sözünün eri. Son cümleye de dikkat lütfen... Do You Know Me gene konsept içi bir şarkı, kendisinde klasik gitara alışık değiliz ama arkadaş tutturmuş gene. Friends, Lovers or Nothing tam bir albüm kapanış şarkısı, uzadıkça uzuyor ve albüm huzurla bitiyor.

Her ne kadar albüm farklı bir konseptte olsa da, Continuum'dan izler taşıyor bence. Who Says ve Stop This Train, Assassin ve Belief, All We Ever Do is Say Goodbye ve Dreaming With a Broken Heart, Edge of Desire ve Slow Dancing In a Burning Room birbirine yakın şarkılar. Ama işin güzel yanı da bu zaten; yeni bir şeyler oluştururken geride kalanlardan izler taşımak, eski yaşanmışlıklara göz kırpmak.



















Ben albümü önce FLAC (Free Lossless Audio Codec) formatında daha sonra cd kalitesinde dinledim. İlk kulağıma çarpan, neredeyse her şarkıda farklı davul tonları yazılmasıydı. Şarkının ait olduğu türün sounduna uygun tonları oturtmak için çabalamışlar anlaşılan. JM tarzına farklı gelen ikinci bir durum ise gitarlardaki delay zamanları ve riffler. Normalde reverb+delay mix kullanan baba, bu albümde biraz daha uzun feedbackli delaylere geçmiş, şikayetçi miyiz, hiç değiliz. Akustik fillerin eksik olmadığı şarkılarda her zamanki gibi gitarlar çok ön planda değil, synth ve keys ile ağırlıklar dengelenmiş. Bu çalışma, benim gözümde müzikal olarak dersler çıkarılabilecek bir albüm niteliği taşımakta, ilgililere duyurulur.

Son söz olarak; bu albüm kesinlikle John Mayer'a başlama albümü değil. Hiç John Mayer dinlememiş biri önce Room for Squares ile başlayıp sonra Heavier Things, Continuum ve sonra Battle Studies dinlemeli. Adam nerelerden nerelere gelmiş, nelere dur demiş, nelere devam etmiş bunu bilmek lazım. Ama Battle Studies, son zamanlarda dinlediğim en doyurucu ve kompakt albüm olmuş. Yalnız bu adamın kalbini kim kırmışsa lütfen bir daha olmasın, bizim de canımız yanıyor sonra...

Kilit Şarkılar:

Heartbreak Warfare: Mükemmel bir giriş şarkısı, albümün rengi direk belli oluyor. Orkestrasyon girişi, mid tempo davulu, boğuk vokali, insanın kalbi başka nasıl kırılır ki...
All We Ever Do is Say Goodbye: Akustik girip bir anda açılan ve insanı da yaran bir nakarata ulaşan şarkı. Çok dinlemeyin, canınız sıkılır.
Assassin: Nakaratta sizi üzenlere tekme tokat girme hissi uyandıran, bence albümün gizli hiti. Arka arkaya onlarca dinlenebilir, birini dövmezseniz tabii.
War of My Life: Country sıcaklığı ile başlayıp, sizi sarıp sarmalayan, kucaklayan şarkı. Hani çok üzülürsünüz de zamanla kendinizi daha iyi hissedeceğinizi bilirsiniz ya, işte onun gibi bir şey...
Edge of Desire: Girişteki davul atağı şarkının rengini belli etse de asıl gitar riffi durumun vahimliğini anlatmakta. Solodan önceki hazırlık aşaması, solonun nasıl tokat gibi çarpacağını da anlatıyor ama anlayana...

Hadi bu da bayram kıyağım; albümü buradan dinleyebilirsiniz.

6 Kasım 2009

Üçün Biri

Uzun bir süredir buraya bir şeyler yazmadığım için artık tepki toplamaya başladım. "Sen o blogu karı-kız için mi açtın arkadaşım, adam gibi güncellesene ne bu kafana göre at koşturuyorsun!" gibi yorumlar da almadım sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ama geçerli sebeplerim var, valla... Kaç zaman sonra müzikal maceralara atıldığımdan dolayı; 2-3 haftadır yoğun bir hayat temposu içinde kavrulduğum ve bunun üstüne bir de domuz gribini teğet geçtiğim için kaç gündür kendi kendime bu akşam bir şeyler yazacağıma söz vermiştim. Sözümü de tutuyorum;

Her istediğimize sahip olabilseydik çok mu mutlu olurduk acaba? Madden ve manen ulaşmak istediğimiz şeyleri kısa sürede elde edebilsek, Heidi gibi sepetle kırlarda koşar, beyaz triko kazakla çimlerde yuvarlanır mıydık? Hiç sanmıyorum ya. İnsan doyumsuzdur, hep daha fazlasını ister ama daha da fazlası olmadığı zaman neyi isteyeceğini düşünmez ki. Nedir bir sonraki aşama? Peygamberlik?

Kime sorsanız hayatında hep bir şeylerin eksik olduğunu ya da yanlış gittiğini anlatır. Ya işinden memnun değildir, ya sevgilisi yoktur/ vardır ama sorunları çoktur ya da evde işler iyi gitmiyordur. Ama ağır aksak giden ve yakınılan bir konu hep vardır. Sonra da o klasik ve fiks cümle gelir: "Allahım ben bunları haketmek için ne yaptım?!" Sen önce bir kendine sor bakalım, peki sen bunları haketmemek için ne yaptın? Herşey isteyince oluyor mu? Diyelim oldu; sen elindekilerle mutlu olmak yerine gene böyle yakınmaz mıydın? Şu anda da yaptığın bu değil mi zaten? Elindekilerle mutlu olmak varken elde edemediğin şeyler yüzünden yakınmak. Kusura bakma ama sen hiçbir şeyi haketmiyorsun be anam...

Maalesef hepimiz şu anki yaşımıza kadar belirli sıkıntılar çektik; canımızdan sevdiğimiz yakınlarımızı kaybettik, can dostlarımızdan uzaklaştık, sevdiklerimizden ayrıldık, ekonomik zorluklar yaşadık, çeşitli fiziki sakatlıklara maruz kaldık. Bu olaylar herkesi kendi acı eşiğine göre farklı yaraladı ya da hala yaralamaya devam ediyor. Aklımız boş kaldığında hep o köşede kalmış acıları, üzüntüleri düşündük ve kendimize; bazen içten içe bazen de alenen sorduk, bunlar neden bizim başımıza geliyor? Biz bunları haketmek için ne yaptık? Belki de yanıldığımız kısım burada işte. Madem biz bunları haketmek için hiçbir şey yapmadık o zaman tüm bu olanların sebebi ne?

Bana kalırsa bunların sebebi, hayattan çok fazla şey istememiz ve istediklerimiz olmayınca da sanki bunları haketmişiz ancak buna rağmen o şey yine de olmamış gibi hayal kırıklığına uğramamazdır. Bazı şeyler gerçekten bizim elimizde olmuyor ve bunlara da fazla kafa yormamak gerekiyor. Çünkü düşününce işin içinden çıkılacak şeyler var, çıkılmayacak şeyler var. Bence bu söylediklerim ikinci kategoriye giriyor. Bazı denklemler birden çok bilinmeyenli olunca, elinizdeki x=8 tanımı sizin "en azından x'in kaç olduğunu düşünmeme gerek kalmadı." diye rahatlamanıza yarar ve bunun adı da pollyanacılık değildir emin olun. Buna sahip olduklarınız için şükretmek denir.

Sahip olduklarınız, elinizde tuttuklarınız için şükredin, fazlasını isterken de önce haketmek için çaba gösterin, olmayınca da kendiniz başta olmak üzere hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi suçlamayın, istediğiniz olmadığı için yakınmayın; demek daha zamanı gelmemiştir belki de hiç gelmeyecektir ama bunu kafanıza takmadan istedikleriniz uğrunda durmadan çabalayın.

Yoksa o olsun, bu olsun diye otu boku isterken üçün birini alır oturursunuz aşağı, benden söylemesi...

18 Ekim 2009

Denyoluk Parayla Mı?

Uzun zamandır "yazıyim mi, yazarsam çok tepki alır mı acaba?" diye düşündüğüm bir konu bu aslında. Sonra kendi kendime dedim ki; "Kim ne tepki verirse versin ya, bu benim blogum, benim fikirlerim, beni tanıyan insanlar zaten benim bu konuda ne şekilde düşündüğümü biliyorlar, beni tanımayanlar da nasıl düşündüğümü bilsinler artık!" Öyleyse başlıyorum ama biraz sert giricem baştan söyliyim ona göre gardını alsın herkes;

Denyo kızlardan bıktım! İyice asabımı bozmaya başladınız artık, bu ne ya?!

Ben bu konu hakkında çok gözlem yaptım, düşündüm, kafa yordum, insanlarla konuştum, yeri geldi tartıştık; hem kendi aramızda hem de kendi kız arkadaşlarımızla, onlar da çoğu zaman bana hak verdiler ama onların bile maalesef öyle denyo arkadaşları var ki, bazen çenemi kapalı tutamıyor, kusuyordum asabiyetimi... Olayı biraz açıyim de şöyle rahat rahat, yedire yedire anlatıyim konuyu, sıralıyim örnekleri...

Hepimiz kendi kafamızda kurduğumuz, mutlu olacağımız bir hayatı yaşıyoruz, en azından yaşamak istiyoruz. Ama bazı kız arkadaşlarımız öyle çabaların içine giriyorlar ki anlam vermekte gerçekten zorlanıyorum. Bana sanki; aslında istedikleri bu değilmiş de başka biri istiyor diye öyle davranıyorlar ve bu yüzden böyle bir tutum içerisinde hareket ediyorlarmış gibi geliyor. Birazdan anlatacağım şeylerin hepsini hem bizzat yaşadım, hem kendi gözlerimle gördüm hem de etrafımdaki bir çok arkadaşımdan duydum. O yüzden lütfen bana gelip de "olmaz öyle şey!" demeyin, sert yaparım.

Bir bar ortamı düşünelim. Bir kız size bakıyor, gülümsüyor; güzel. İlk başta acaba kız herkese mi aynı davranıyor yoksa size özel bir durum mu var diye emin olamıyorsunuz. Sonra kızın durumunun size özel olduğunu anlıyorsunuz. Bakışlar, hareketler, böyle bi çocukça şımarmalar, saçla oynamalar, içkiyi size bakıp içmeler, komple sinyal pakedi gönderiyor. Harekete geçme zamanı diyorsunuz ve kendinize çekidüzen verip kızın yanına yola koyuluyorsunuz.

Tabii yolda nasıl bir girizgahla başlayacağınıza karar verdiniz ki zaten bunu kızla kesişirken de "Nasıl bir şey söyliyim ki fark yaratıyim? Diğer erkeklerden nasıl farklı olayim?" şeklinde binlerce kere düşündünüz. Selam faslından sonra seçtiğiniz cümleyi kızımıza sarfettiniz. Aaaaa o da nesi? Demin o sinyal gönderen kız gitmiş, yerine bir ladin gelmiş. Şiddetli bir tersleme ile karşılaşıyorsunuz. "Ne diyosun be manyak?" , "Aaa sapık mıdır nedir, ne geldin ki yanıma?" gibilerinden bir tutumla yüz yüze geliyorsunuz. Ya da hiç konuşmuyor, direk arkasını dönüyor. Etraftaki herkes size bakıyor zaten. Sıçtınız sıvadınız, hele bi de kendinize güveniniz yoksa o akşam ortamdaki başka kıza hiç bakamazsınız. Belki de uzun bir süre hiç bir kızla konuşamazsınız...

Peki bakıştığınız o tatlı kız neden öyle bir tribe girdi? Hemen söyliyim; çünkü o kızın egosu doydu da ondan. Siz o anda o kızın egosunu doyurmakla görevli bir memurdunuz. Sizin memuriyetiniz bittiği an da; sizin kızın yanına gidip konuşmaya başladığınız andır. O andan itibaren zaten kim olsa kız geri gönderecektir. Çünkü onlara öyle öğütlenmiştir. "Kızım bak millete mavi boncuk dağıt ama yanına geldikleri zamanda elinin tersiyle gönder, hiç muhatap olma, değerin artar, kıymete binersin." Böyle bir şey var mı ya? Yapmayın güzel bayanlar, yapmayın prensesler, bunu bize yapmayın. Madem öyle yapacaktınız neden çocuğa ümit veriyorsunuz? Siz eve gittiğiniz zaman "oooh bugün de 4 çocukla kesiştim, ikisi yanıma geldi bi güzel sktirettim, kahretsin çok güzelim, şukelayım" diyip mi yatağa giriyorsunuz? Böyle davranınca daha mı mutlu oluyorsunuz? Herkes değersiz bir siz mi çok değerlisiniz şu fani dünyada? Yazık...

Tamam çocuğu beğenirsin beğenmezsin ona kimse bir şey diyemez ama önce ona bu cesaretli davranışından dolayı bir şans vermen gerekmez mi? Doğru düzgün davrandığı sürece, bakın altını çiziyorum doğru-düzgün yani öküz gibi davranmadığı sürece, 3-5 dakika konuş, bir tart bakalım neymiş, kimin nesiymiş ondan sonra beğenmezsen kibar bir şekilde oradan ayrıl. Eğer baktınız çocuk sizin kibarlığınızdan anlamıyorsa, peşinizi bırakmıyorsa zaten atış serbest, tekme tokat dal, giriş, indir, finish him!!! Bunu yapmak bu kadar zor mu lütfen ya?! Altı üstü 5 dakika konuşucaksınız, her yanınıza gelen çocuk size dilli dudaklı yapışıp, sizi hemen yatağa mı atmak mı istiyor sanıyorsunuz? Bu kafadan sıyrılın artık.

Bir de şöyle düşünün; eğer siz erkek olsaydınız ve bunlar sizin başınıza gelseydi nasıl hissederdiniz? Ya da boş verin erkek olmayı, siz bir erkekten çok hoşlandınız ve yanına gidip tanışmak, konuşmak istediniz -ki bu ülkede bunu yapacak kız sayısı çok yoktur - ve siz aynı şekilde reddedilseniz, o yıkım ile bitkisel hayata geçmez misiniz? Peki ben sizi öbür gün balkondaki saksıya bitki diye ekmez miyim? Ekerim. E o zaman kendinize yapılmasından hoşlanmayacağınız şeyleri başkasına da yapmayın. Bir davranışa girerken "acaba bana yapılsa nasıl hissederim?" mantığıyla ilerleyin. Bana burada lütfen kampanyası başlattırmayın. LÜTFEN!

İşin tabii bir de kadın yönü var. Bunu da göz ardı etmek olmaz. Türkiye'nin sosyolojik yapısı, genç kızlarımızın toplumdaki yeri, aile yapısı ve baskısı, ahlak anlayışı, gelenek görenekler, örf adetler vs. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, aile baskısı artık eskisi gibi değil. Herkes istediği şeyi daha rahat şekilde yaşayabiliyor. Bunu kimse inkar edemez. Önemli olan burada, bir şeyi yapmadığınız, denemediğiniz zaman pişman olmamak. Bu kadar kasınca elinize hiçbir şey geçmeyecek bunu bilmeniz lazım. Rahat olun, kendiniz olun, yapmak, yaşamak istediğiniz şeyler uğrunda çabalayın. Kendiniz olun. Tarkan bile kaç senesinde şarkı yapmış; "başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" diye, el insaf yani...

Unutmayın ki bu ülkede erkek olmak, kadın olmak kadar olmasa da bazı zorlukları barındırıyor. "Seçen" değil de "Seçilen" olmak çoğu zaman karşılaştığımız ve sıkıntı yaşadığımız bir konu. O yüzden bu konuda daha duyarlı olmak gerek. Herşeyin ötesinde sosyallik her zaman güzel bir şeydir. Yeni insanlar, yeni fikirler, yeni düşünceler... Bunlara açık olmak gerekir. Yukarıda bahsettiğim gibi; size doğru düzgün ve saygılı şekilde yaklaşan insanlara fırsat verin kendilerini göstersinler, niyetlerini öğrenmeye çalışın. Bir kalemde kestirip atmayın, onlara hayatlarının geri kalan zamanlarında unutamayacakları, atlatamayacakları şeyler yaşatmayın. Aynısı sizin başınıza gelirse bir de sizin ne yapacağınızı düşünün.

Denyo olmayın kızlar! Denyoluk yapmayın. Denyoluk parayla değil, kafayla...

13 Ekim 2009

Unutmak Güzeldir...

Garden State filminin soundtrack albümünde Colin Hay'in "I'll just don't think I'll get over you" diye bir şarkısı vardır. Şarkının nakaratında şöyle der;

Mutsuz olduğumu düşünmeni istemiyorum,
hangisi gerçeğe daha yakın,
eğer 102 yaşıma kadar yaşarsam,
seni unutabileceğimi pek sanmıyorum.

I don't want you thinking I'm unhappy.
What is closer to the truth,
That if I lived till I was 102,
I just don't think I'll ever get over you...

Herkesin hayatında unuttuğu, unutmaya çalıştığı daha da önemlisi unutamadığı birileri olmuştur. İlişki süresi ile unutma zamanı arasında hiç bir zaman ters ya da doğru bir orantı kurulamaz. Bu tamamen kişiden kişiye değişen amfibik bir formüldür. Bazıları 2 senelik bir ilişkinin ardından 1 ayda toparlar iken kimisi 2 aylık bir macerayı 2 yılda atlatamaz. Bu zaman aralığı doğrudan insanın duygusal zekasına ve yaşanılan ilişkinin yoğunluğuna göre değişiklik gösterir.

Peki unutmak bir meziyet midir acaba? Ya da daha temelden girelim; nedir unutmak? Onu gördüğünde içinde hiçbir şeyin kıpırdamaması mıdır yoksa o insanla karşılaştığında kafanı çevirip onu görmezden mi gelmektir? O insanla ilgili bir haber aldığında, erkek/ kız arkadaşı olduğunu öğrendiğinde, kendinle kıyaslamamak mıdır? Nişanlandığını ya da evlendiğini duyduğunda onun için mutlu olmak mıdır?

Bana kalırsa önemli olan o insanı gördüğünüzde ya da düşündüğünüzde kendi kendinize iç geçirip "vay ulan ne güzel günlerimiz geçmişti be, neyse şu kokoreci soğutmadan yiyim, du bi de sandviç midye söyliyim doymadı karnım" diyebilmektir. Yani unutmak; geçmişi geride bırakıp, gerekli dersleri alıp kafa rahat bir şekilde ileriye bakabilmek, daha önce yapılan yanlışları yapmadan başka denizlere doğru yelkenleri açabilmektir bence.

Kimse kimseyi unutamaz zaten. Unuttum diyorsa da sıkıyordur büyük ihtimal. Öyle bir kalemde kimseyi silip atamazsınız. Bir zaman bir yerlerde o insanla elbet karşılaşılır. O, her zaman aklınızın ama küçük ama büyük bir köşesinde vardır. Beraber yemek yediğiniz büfede yan masanızda oturur, en sevdiğiniz parkın en sevdiğiniz bankında yanınızda oturmuş size bakıyordur, yattığınız yatağın diğer ucunda, kolunuzun altında bebek gibi horluyordur. Bundan kurtulmak sadece ve sadece sizin elinizdedir. O anları, sadece o güzel anları şöyle bir hatırlayıp hayatınıza kaldığınız yerden devam etmek ona; daha önemlisi kendinize yapacağınız en büyük iyiliktir.