20 Şubat 2011

Çocukluğumun Özeti


http://acetobalsamico.blogspot.com/2011/02/biz-manchester-uniteddk.html

Aceto Balsamico sürekli takip ettiğim bir blog, Bülent Timurlenk de her zaman takdir ettiğim bir spor yazarıdır. Blogtaki bu yazıyı okuyunca, altta yorum yazan insanların hissettiklerinden farklı hiçbirşey hissetmedim. Çünkü benim çocukluğumda aynen böyle geçmişti. Şu an bu satırları yazarken bile gözlerim dolu dolu oldu inanın. Yaşanan güzel hatıraların, başkaları tarafından benzer şekillerde tecrübe edilip; kitaplarda, filmlerde, şarkılarda veya köşe yazılarında dile getirilmesinin insanda çok güzel duygular uyandırdığını bir kez daha anladım.

O zamanlar abimlerin ve bizim yaştakilerin mahalle takımları ayrıydı. Sistem tıpkı büyük ve köklü takımların A takımı ve B takımı gibi işlerdi; önce kendini B takımda ispat edecektin ki A takıma yükselebilesin. Onun kardeşi, bunun yeğeni gibi mazeretler de A takımda oynamanıza vesile olamazdı, bileğinizin hakkıyla çalışıp haketmek zorundaydınız. Bu sebepten dolayı abimler beni takımlarına almazlardı, küçüklerin mahalle takımına bile çook çook sonra girebilmiştim. Çünkü başlarda gerçekten kazmaydım, top nasıl sürülür, pas nasıl atılır, topa nasıl vurulur bilmezdim. Ama her takımda olduğu gibi "solak" oyuncu eksikliği bizim takımda da başgösterdiği için, beni yedek de olsa takıma alırlardı. Sonra düşe kalka, oynaya oynaya nasıl oynanması gerektiğini öğrendim. Berlin'de oturan rahmetli teyzem; bana kolları siyah 3 çizgili beyaz adidas futbol forması göndermişti. Her gören Beşiktaş forması sanardı ama ben cevabı tokat gibi yapıştırırdım; " ne Beşiktaşı ya, teyzem bunu Almanya'dan gönderdi, Alman Milli Takımı oyuncuları giyiyor bu formayı." Yalanı kes...

Maçlar; kendi ilkokulum olan Erenköy İlkokulu'nda oynanıyordu. Okulun girişindeki büyük asfalt alan maç için çok ideal bir sahaydı, en büyük özelliği de düz değil, aşağı doğru eğimli olmasıydı. Bu yüzden en büyük handikap, kale seçiminde ortaya çıkıyordu çünkü ilk yarı aşağı doğru hücum mu yoksa aşağı doğru defans yapmak mı gerektiğine karar vermek gerekiyordu. Karşı takımın kondisyon ve kapasitesine göre iyi analiz yapmak ve tabii ki yazı-turadaki % 50 şansı da değerlendirmek gerekirdi. Bazen bir gün içinde birden çok maç olurdu, herkes sırayla oynardı. Maalesef burada da bir hiyerarşı kaçınılmazdı; hava sıcakken genelde küçükler oynardı, sahaya gölge indiği zaman ise "A" Takımların maçı olurdu. Ben zaten acaip çok terleyen bir çocuğum, o sıcağın altında da porsuk gibi terlemekten kimse beni alıkoyamazdı. Büyük asfalt sahanın altında ise toprak bir saha daha vardı, orayı da maç öncesi ısınma ve antrenman sahası gibi kullanırdık; Her hafta kesin bir cam inerdi, hatta cam kırma öyle bir rutin olmuştu ki; herkes önceden parasını yanında getirirdi. Bazen de birkaçımızın parası olmaz ya da parayı maç sonrası meşrubata ayırdığımızdan gerekli parayı denkleştiremez, demirlerin üzerinden atlayıp kaçardık. Mahalle maçlarında kaleleri nizami yapmak için kaleler iki kere ölçülür, maç oynanırken kaleler küçültülmesin diye koca koca taşları kale direkleri yapar, bazen de yandaki inşaattan naylon torbalarla kireç çalar, onunla kale çizgisi çizerdik. Ben o maçların birinde, topa vuracağım diye koskoca kale taşına ayağımı geçirmiştim, eve dönünce de bütün gece ağrısından uyuyamamıştım. Yıllar sonra öğrendim ki; ayağım çatlamış sonra da tedavi ediğim için yanlış kaynamıştı.

Maçtan sonra en büyük keyfimiz Çamlıca gazoz içmekti - yemin ediyorum o gazozun tadı şimdi bile hiçbir markada yok - o zamanın parasıyla 250 lira idi, şimdinin 25 kuruşu gibi birşeydi herhalde, coca-cola 500 liraydı ama alternatifi de vardı, Pepsi, RC Cola bi de Bixi Cola. Bixi Cola sudan bile ucuzdu; yanlış hatırlamıyorsam 200 lira ama kimse Çamlıcadan kolay kolay vazgeçemezdi.

Japon kaleyi, kare olan geometrisinden dolayı bizim otoparkta oynardık. Kendi aramızdaki maçları ise bizim çıkmaz sokakta organize ederdik. Çıkmaz dediysem tabii ki arabalar park etmek için girip çıkıyordu ama trafik normal bir cadde ya da sokak gibi değildi. Sokağın başında araba görüldüğünde "Araabaa" diye bağırılır, herkes olduğu yerde donakalırdı. (Bir de bu durumu avantaj olarak görerek, gol atıp sonra "duymadım" ya da "bağırdıktan önce vurmuştum" gibi bahanelerle çakallık yapan arkadaşlarımız mevcuttu. Murat bu lafım sana:)

Hafta içleri genellikle dokuz aylık veya Alman kale oynardık. Okuldan geldiğimiz gibi çantayı, önlüğü fırlatır, elde sandviçle kendimizi dışarı atardık (Aç ayı oynamaz) O oyunları, otopark girişlerini kale yaptığımız için ana caddede oynardık ve bu sebeple oyunumuz sık sık arabalar tarafından bölünürdü. Dokuz aylıkta, atılan herbir gol 1 aylık sayılır, golün çeşidine göre (beşik, vole, demi-vole, röveşata) bazılarımız çok çabuk doğururdu. Kalenin yanında oturan mahallenin kızları da oyunu izlermiş gibi yapıp, hoşlarına giden çocuğun attığı gollerle kendilerinden geçerlerdi. İyi oynamaya başladığım için benim yıldızımın parladığı zamanlara denk gelen dönemlerdi. Ama maalesef herşey, annemin camı açıp "Akooooş, hadi eve" dediği ana kadardı. O zamana kadar atılan goller ve vuruşlarla kazanılan bütün karizma, o lakap ile darmadağın olur, o günkü kariyerim boynum bükük bir şekilde eve dönmemle son bulurdu.

Hayat ne kadar çabuk geçiyor, bir an bu yazıyı bitirdikten sonra gidip mahallede top oynayacakmışım gibi hissettim.

İçimdeki futbol aşkı bir başka...


2 yorum:

  1. AKINNN NASIL GÜLÜMSETTİN BENİ BİLEMEZSİN:)))
    ÇOK SAMİMİ VE NEŞELİ Bİ YAZI OLMUŞ GERÇEKTEN.

    PS:KARİZMAN HALA YERİNDE HİİİÇ KAFANA TAKMA AKOOŞŞ:)))

    EBRU GÖZEN

    YanıtlaSil